Actions

Work Header

Geceler Boyu Sesine Uyandım

Summary:

"İyi misin?"

Sieun ağzını araladı ama ses çıkmadı, boğazında koca bir düğüm vardı. "Mhm," gırtlağından onaylayan bir ses çıktı.

Suho'nun bakışlarının arkasında bekleyen arkadaşlarına kaydığını gördü. Üçü de sessizce onları izliyordu. Havanın ağırlaştığının farkında, anın büyüsünü bozmamak için titizlikle nefeslerini bile kontrol eder bir şekilde, orada öylece bekliyorlardı.

"Şu arkandakiler kim?"

"Arkadaşlarım," dedi Sieun, sesi kısık ve hırıltılı çıkmıştı. Her an ağlayabilirmiş gibi hissediyordu. Acaba Suho göz yaşlarının biriktiğini aralarındaki mesafeden görebilir miydi?

"Buna sevindim," dedi Suho, yüzüne bir tebessüm oturmuştu. Sieun onun rahatlamış gözüktüğünü hissetti.

Nefesi kesilmişti, etrafındaki havanın ağırlığı ciğerlerine baskı yapıyordu. Kesik kesik nefesler verdi. Şimdi o da gülümsüyordu.

Sonunda, diye düşündü.

 

(Suho uyandıktan sonra ne oldu?)

Chapter 1: Sonunda

Notes:

(See the end of the chapter for notes.)

Chapter Text

Sieun güneşin sıcaklığı derisine işlerken nefes nefese kalmış bir şekilde adımlarını yavaşlatarak çimenlerin üzerinde yürüdü. Karşısında durduğu görüntüye inanamıyordu. Bütün vücudu ne olduğunu anlayamadığı bir duyguyla içeriden titreşmeye başladı, dışarıdan bakıldığında ise kitlenmiş gibi sakince dikilmişti.

"Hadi git merhaba de," omzunda hissettiği Baku'nun hafif dürtüşüyle durduğunu sezdiği dünyanın tekrar dönmeye başladığını hissetti. Gerçekten buradaydı, rüya görmüyordu, birazdan uyanıp son bir buçuk yıldır yaşadığı kabus gibi hayata geri dönmeyecekti.

Sadece bir kaç adım atmaya cesaret edebildi, daha fazla adım atmaya çalışırsa titreyen bacaklarının onu daha fazla taşıyamayacağından ve yere yığılacağından korktu. Karşısında tekerlekli sandalyede, üzerinde giydiği Sieun'a ait gri ceketle oturan figür ona doğru döndü. Her ne kadar profilden onu tanımış olsa da tam şimdi göz göze geldikleri anda gerçek olduğunu hissetti.

Bu oydu, Suho.

Uğruna ölmeyi göze almış, arkasından paramparça bir Sieun bırakmış, aylarca onu bekletmiş olan Suho.

"İyi misin?"

Sieun ağzını araladı ama ses çıkmadı, boğazında koca bir düğüm vardı. "Mhm," gırtlağından onaylayan bir ses çıktı.

Suho'nun bakışlarının arkasında bekleyen arkadaşlarına kaydığını gördü. Üçü de sessizce onları izliyordu. Havanın ağırlaştığının farkında, anın büyüsünü bozmamak için titizlikle nefeslerini bile kontrol eder bir şekilde, orada öylece bekliyorlardı.

"Şu arkandakiler kim?"

"Arkadaşlarım," dedi Sieun, sesi kısık ve hırıltılı çıkmıştı. Her an ağlayabilirmiş gibi hissediyordu. Acaba Suho göz yaşlarının biriktiğini aralarındaki mesafeden görebilir miydi?

"Buna sevindim," dedi Suho, yüzüne bir tebessüm oturmuştu. Sieun onun rahatlamış gözüktüğünü hissetti.

Nefesi kesilmişti, etrafındaki havanın ağırlığı ciğerlerine baskı yapıyordu. Kesik kesik nefesler verdi. Şimdi o da gülümsüyordu.

Sonunda, diye düşündü.

"Üşüyeceksin, seni içeri götüreyim," diyebildi sadece, yavaşça Suho'nun arkasına doğru yürürken. Bacakları hala titriyordu, içten içe Baku'nun saçma sapan bir şeyler söyleyip havayı yumuşatmasını diledi ama arkadaşı hala bıraktığı yerde elleri ceplerinde bekliyordu. Kimsenin konuşmaya cesaret edemediğini hissetti.

Tekerlekli sandalyenin kollarını kavradı ve hastanenin girişine doğru itmeye başladı, arkasından diğerlerinin sakin adımlarını duyabiliyordu. Bir şeyler demesi gerektiğinin farkındaydı ama kafasının içi allak bullaktı. Bir yıldan fazladır bu anı bekliyordu, ama şimdi anın içindeyken kaybolmuş gibiydi.

Hastaneye girdiklerinde Suho'nun sesi onu kafasının içindeki kargaşadan çekti.

"Bizi tanıştırmayacak mısın Sieun-ah, seni bıraktığımdan beri hala edep öğrenmemişsin." Sieun onun gerginliği bozmak için söylediği cümleye minnettardı ama kulaklarında tek bir şey yankılanıyordu, seni bıraktığımdan beri...

Arkasında Baku ve Juntae’nin güldüğünü duydu. “Ben Baku, bu yanımdaki diğer enayi Gotak, bu küçük dostumsa Juntae.”

 

“Ahn Suho, yokluğumda Sieun-ah’ya iyi baktınız mı?” Sieun’un kalbinde bir sıcaklık yayıldı, tekerlekli sandalyeyi kavrayan elinin eklemleri bembeyaz olmuştu. Yokluğumda...

 

Baku bütün hastaneyi inleten bir kahkaha attıktan sonra “O bize daha iyi baktı,” dedi.

 

Sieun böyle bir cevap beklemiyordu, dudaklarına ulaşamadığını tahmin ettiği bir tebessümün gözlerine gittiğini hissetti. Suho arkası dönük olmasaydı bunu yakalardı, ondan başkasının bunu fark edeceğini sanmıyordu. Arkadaşlarının varlığının bu anı onun için kolaylaştırdığını düşündü, tek olsaydı çoktan yere çökmüş ağlıyor olurdu.

 

Asansöre girdiklerinde herkes yine sessizleşmişti. Suho kafasını yukarı doğru kaldırıp Sieun’a baktı, göz göze geldiler. Yüzündeki tanıdık tebessümü ile ona bakarak “Aferin Sieun-ah, senden bunu beklerdim,” dedi.

 

 İşte tam o anda akıl sağlının iplikle tavandan sallandığını hissetti, gözlerinde nöbet bekleyen yaşlar bir bir dökülmeye başladı. Elleriyle yüzünü örtmeye çalışırken Juntae’nin ona yandan sarıldığını ve Baku’nun elinin saçlarını okşadığını hissetti, Gotak ise ne yapacağını bilmez bir şekilde sadece karşısında olanları seyrediyordu.

 

Suho'nun şefkatli ve kederli sesi “Sieun-ah, ağlama. Artık geçti,” diye fısıldayabildi sadece. İşin gerçeği ise onun da gözlerinde sessiz yaşlar dökülmeye başlamıştı.

Notes:

bu ilk fanficim
düşüncelerinizi paylaşın lütfen🥺
slowburn olsun istiyorum
fikirlerinize açığım

Chapter 2: Sarıl ya da Ağla

Notes:

(See the end of the chapter for notes.)

Chapter Text

“Ya Sieun! İyiyim ulan, sakin ol bu kadar endişelenme lütfen.”

Suho uyanalı 3 ay olmuştu. Suno’nun doktoru vücudunun hızlı bir şekilde iyiye gittiğini ancak bazı vakalarda normale dönmenin yıllar bile sürebileceğini söylemişti. Suho’nun o kadar sürenin ardından uyanması bile bir mucizeydi. Bunu duyduğundan beri Sieun, Suho iyi olduğunu söylese de endişelenmeden edemiyordu. 3 aydır her gün okul çıkışlarında ve hafta sonu etütten sonra hastanedeydi, Suho her gün gelmesine gerek olmadığını söylese de, Sieun bunu gerek olduğu için değil kendi istediği için yaptığını söylediğinden beri bir daha bu konu açılmadı.

Rehabilitasyon süreci boyunca Suho’nun yanında olmak, herhangi bir konuda yardıma ihtiyacı olursa ona hizmet etmek istiyordu. Ayrıca hastanede olmadığı, onu görmediği anlarda hala Suho’nun uyandığına, iyi olduğuna inanmakta güçlük çekiyordu. Geceleri uyuyamıyor, uyuduğu zamanlarda ise kabuslar görerek uyanıyordu. Suho’nun yanında ise bedenini sakin bir huzur kaplıyordu. Çoğu günler bu huzuru kovalamak için günün bir an önce ilerlemesini, zamanın Suho’nun yanında olmadığı anlarda hızlı akmasını diliyordu.

Şimdi ise Sieun, Suho’yu hastane odasının zeminine uzanmış mekik çekmeye çalışırken yakalamıştı. Doğal olarak tepkisi “SUHO DELİ MİSİN SEN?!” olmuş ve onu yerden kaldırıp yatağına oturtmuştu.

“İyi olduğunu biliyorum, lütfen en azından tekken böyle şeyler yapma. Birkaç güne taburcu olacaksın zaten, delirme,” dedi her zamanki monoton tonuyla.

Suho’nun yüzünde tebessüm belirdi. “Sieun-ah, kalbimi sıcacık yapıyorsun, beni bu kadar düşünme,” dedi her zamanki dalga geçme tonuyla.

Sieun utanmıştı, yüzüne ateş bastığını hissedebiliyordu. Suho uyandığından beri her ne kadar çoğu şey eskisi gibi olsa da bazı şeyler değişmişti ve Sieun bunun fazlasıyla farkındaydı. Suho ise tamamen enayiyi oynuyor gibiydi. Eskiden soğuk ketum olan Sieun şimdi hala soğuk ama daha az ketumdu. Suho’ya sürekli atıştırmalıklar getiriyordu, hastanede canı sıkılmasın diye ona Nintendo ve bir kaç oyun bile almıştı. Suho onun saçına ya da eline dokunduğunda, omzuna kolunu attığında eskiden olduğu gibi rahatsız olduğunu göstermiyor aksine belli belirsiz Suho'ya doğru eğilimleniyordu. Bu durum Sieun’nun geceleri uykusunu kaçıran bir kaç mevzunun içine daha sık karışmaya başlamıştı.

“Saçmalamayı bırak, Juntae sana bunu gönderdi,” diyerek çantasından Juntae’nin değerli manga koleksiyonundan Suho için özel olarak seçtiği ‘Bleach’ manga serisinin 4. kitabını çıkardı. Juntae düzenli olarak Suho’ya manga getiriyordu, okuduklarını geri alıp onun fikrini soruyor ve uzun uzun mangalar hakkında konuşuyorlardı. Sieun bunun Juntae ve Suho için önemli bir bağlantı kurma şekli olduğunu fark etmişti, ayrıca onlar bununla uğraşırken ders çalışmaya ya da biraz olsun sessizce oturup rahatlamaya vakit bulabildiği için memnundu.

“Aaa Juntae, adamım. Sağ olsun, ben de bunu okumayı bekliyordum,” dedi Suho mangayı elinden alırken. “Günün nasıl geçti?” eli şimdi Sieun’un saçlarına karışmıştı. Son 3 aydır sıkça olan bir şeydi, Sieun artık buna alışmıştı, hatta kendini gün içerisinde bu anın gelmesini beklerken buluyordu.

“Her zamanki gibi.”

“Sieun-ah hadi ama, hep böyle diyorsun. Bütün gün hastanede senin gelmeni bekliyorum, ben yanında yokken neler yaptığını söyle bari.”

Sieun kalbinin sıkıştığını hissetti. Suho’nun karşısında onun gözlerinin içine bakarken söylediği sözler içini burkmuştu. Bütün gün onu mu bekliyordu gerçekten?

“Bana öyle bakma Sieun,” Suho’nun sesi normale göre daha kalın çıkmıştı, gırtlaktan gelen bir sesti.

“Nasıl?”

“Sanki her an ya ağlayacak ya da bana sarılacak gibi duruyorsun. Ya sarıl ya da bakma öyle,” dedi Suho, bakışları Sieun’un gözlerinden saçındaki elinde kaymıştı. Sanki ona bakacak cesareti kırılmış gibi gözüküyordu.

Sieun bir an için gerçekten ona sarılmak istedi ama elleri kalkmadı, zihinsel yorgunluğu sanki kollarına ağırlık yapıyordu. “Yorgunum,” diyebildi sadece.

“Biliyorum Sieun-ah, sorun yok.”

“Yemek yedin mi?” konuyu değiştirme dürtüsüyle sordu. “Yemediysen sana yemek getirebilirim, canın ne istiyor?” diye hızlı bir şekilde mırıldandı Sieun.

“Büyükannem biraz önce çıktı, bana yemek getirmişti. Sen aç mısın? Yine okuldan çıkıp koşarak geldiğine eminim. Kendini aç bırakma Sieun-ah, bana bakmak için önce kendine iyi bakman lazım, mmh?” dedi yine her zamanki şefkatli ses tonuyla. Sieun kalbinin sıcacık olmasına alışık değildi, tam alışırken kaybettiği Suho şimdi gelmiş ve tekrar onu ısıtmaya başlamıştı.

“Sorun değil, öğlen fazlaca yiyorum ki acıkmadan sana gelebileyim,” doğruları söylemişti aslında ama kelimeler ağzından döküldüğü anda utanç bütün hücrelerini kaplamaya başlamıştı.

“Hmm öyle mi?” Suho’nun sesinde yine o alaycı ton vardı. “Neden bu kadar tatlısın? Kimse anlatsam inanmaz biliyorsun değil mi? Robot Sieun’un bir kalbi var.”

 Sieun, Suho'nun ona takıldığının farkındaydı ama bir yandan da doğruluk payı vardı. Suho'dan başka kimse onun bu yanını göremezdi, görseler de inanmazlardı. İstemsiz olarak yanaklarının kızardığını ve dudaklarının yukarı kırıldığını hissetti.

“Bak bir de gülüyor, kalbim buna dayanmayacak galiba,” dedi Suho dramatik bir şekilde ellerini kalbine götürüp başını öne eğerken.

Sieun bir anda çok yorgun hissetti. O kadar yorgundu ki kafasını daha fazla taşıyamayacağından korktu. Elleri hala kalbinde, başı öne eğik olan Suho’ya baktı. Tatlı, diye geçirdi içinden. Kendi başının da öne doğru eğildiğini, kafası Suho’nun omzuna yaslanınca fark etti. Her şey durmuştu sanki, vücudu rahatlamış ve kaygıları bir anda uçmuştu. Suho’nun bir an için kasılıp gevşediğini hissetti. Kalbindeki ellerini yavaşça indirip kollarını Sieun’nun omuzlarına sardı. Kollarının ağırlığı varla yok arasındaydı, Sieun bir kaç saniye için onları hayal ettiğinden bile şüphelendi.

Kaç dakika öyle kaldılar emin değildi ama içeri hemşire girene kadar öylece durdular.

“Kusura bakmayın, Suho-ssi’nin tansiyonunu kontrol etmem gerekiyor,” dedi hemşire, odaya girmeden kapıyı tıklatmıştı ama duymamış olmalılar diye düşündü.

“Sorun yok, buyurun,” kolunu uzattı Suho.

Sieun geri geri giderek koltuğa oturdu, kendini tuhaf hissediyordu. Vücudu tekrar ağırlaşmıştı, Suho’nun uzağında olmak zor geliyordu. Uzaktan hemşirenin işini yapmasını izledi. Suho’nun onu izlediğini hissediyordu. Yüzüne kanın pompalandığını bilmesine rağmen bakışlarını kaldırıp ona bakamadı. Sadece sarılıyor olmalarına rağmen basılmışlar gibi bir atmosfer vardı, sanki sarılmaktan daha fazlasını yaparken yakalanmışlar gibi...

“Sieun, geç olmadan eve dön. Yarın okulun var.”

Girdiği transtan Suho’nun sesi onu çekip aldı. Sieun aniden özgüvensiz hissetmeye başladı. Suho onu kovuyor muydu? Utanmış mıydı? Yoksa tiksinmiş miydi? Sieun yanlış bir şey mi yapmıştı?

Bakışlarını sonunda kaldırdı ve Suho'ya baktı. Göz göze geldiklerinde korkuları kayboldu. Suho ona sevgiyle bakıyordu.

“Yorgun görünüyorsun Sieun-ah, ben iyiyim. Yarın görüşürüz?”

Sieun sadece kafasını sallayabildi. Ağır hareketlerle oturduğu yerden kalktı ve kapıya yöneldi. Hemşire de işini bitirmiş ve Sieun’nun yanından geçerken iyi geceler dileyerek odadan çıkmıştı.

“İyi geceler Suho-ya, yarın görüşürüz.”

Notes:

bu bölümü yazarken çok keyif aldım
ikisinin arasındaki ilişkiyi yavaş yavaş değiştirmek istiyorum, gerçekçi olması için.
gerçekten dizide olsaydı nasıl olabilirdi bunu düşünerek yazmaya çalışıyorum✨️

Chapter 3: Eve Dönüş

Notes:

(See the end of the chapter for notes.)

Chapter Text

Havanın hafif meltemli olduğu berrak bir gündü. Sieun hastane kapısının önünde beklerken kuşların cıvıltısını dinledi, karşıdaki ağaların içinde uçuşuyor olmalılardı. Saçında esen meltemi hissederken gözlerini kapattı ve derin bir nefes aldı, bugün kendini iyi hissediyordu. Üzerindeki ceketin fermuarını araladı, saçlarındaki meltemin vücuduna da vurmasını istedi. Rüzgar rahatlatıcı bir serinlikle tişörtünün içine doğru süzüldü.

“Yaa Sieun-ah! Orada öyle dikilme gel büyükanneye yardım et.”

Hızlı bir refleksle arkasına doğru döndü, Suho’nun büyükannesi elinde çantalarla hastane kapısından çıkıyordu. Sieun hızlı adımlarla onun yanına gidip çantaları aldı.

“Bunları taksinin arkasına bırak çocuğum,” dedi büyükanne. Sieun başını sallayarak onları bekleyen araca doğru ilerledi. Bir kaç dakika içerisinde Suho’yu alıp arabaya bindirecekler ve sonunda eve gideceklerdi.

Büyükannenin arkasından elinde kol değnekleri ile Suho çıktı. Sieun onu görünce çantaları hızlıca bırakıp yanına ilerlerdi. Suho’nun kolundan tutarak arabaya ilerlemesine yardım etti. Yürümekte hala zorluk çekiyordu.

“Sieun-ah bugün hava çok güzel değil mi? Baksana gökyüzü bile çok güzel. Sieun-ah bugün sen de çok güzelsin, her şey çok güzel. Sonunda eve gittiğime inanamıyorum.”

Sieun onun heyecandan bir şeyler gevelediğinin farkındaydı ama yine de kalbi tekledi. Sen de çok güzelsin... Bunu derken neyi kast ettiğini düşündü Sieun. Büyük olasılıkla ne dediğinin farkında bile olmadığı kanaatine vardı sonra.

Suho arabaya binerken vücudunun titrediği gözle görülüyordu, hala fiziksel olarak zayıf olduğunu bazen unutsa da böyle anlarda Sieun tekrar hatırlıyordu. Sieun Suho’ya yardım ettikten sonra büyükanne için ön kapıyı açtı ve kendisi arka koltuğa Suho’nun yanına oturdu. Taksicinin açtığı popüler müzikleri çalan radyo kanalı arkadan sessizce çalarken eve doğru yol aldılar.

°°°

Eve varlıklarında Sieun ilk defa buraya geldiğinin farkındalığıyla gerildi. Aslında bu normaldi, Suho’yla pek evde görüştükleri arkadaşlıkları olmamıştı, buna fırsat olmadan Suho komaya girdi. Bir kaç kere Suho onun evine gelmişti ama o hiç buraya gelmemişti. Yine de eve girdiği andan itibaren yabancı hisstemedi. Büyükanne onlara yemek koyacağını söyleyerek mutfağa kayboldu, Suho ve Sieun’u oturma odasının ortasında dikili bıraktı.

 Sieun elindeki çantaları duvara doğru yaslayarak bıraktı. Ellerini Suho’ya uzattı ve koltuğa ilerlemesine yardım etti.

“Sieun biliyorsun dimi, yürüyebiliyorum her an peşimde olmana gerek yok?”

“Sus,” Sieun’un tek dediği buydu. Suho mahçup ve dudakları bükülü bir şekilde şirin şirin kafasını salladı.

"Bana kızamazsın, ben senin için komadan uyandım!”

Sieun, elleri hala Suho’ya sarılı, dumura uğramış bir şekilde dona kaldı.

 “Bu ne demek şimdi?”

“Bensiz yapamayacağını biliyordum,” dedi, sesi ciddi ve tonu düşüktü. “Komanın karanlık bir uyku gibi olduğunu düşünüyorsan yanılıyorsun. Sürekli rüyalar görüp durdum. Yani... daha çok kabuslar, hiç uyanamadığın kabuslar,” duraksadı ve derin bir nefes aldı. “Seni de gördüm, beni beklediğini gördüm. Eğer uyanmazsam eskisinden de daha derbeder olacağından emindim. Uzun süre sana ulaşmaya çalıştım, yapamayacağımdan korktum. Ne kadar süre uğraştım emin değildim ama bir buçuk yıl sonra gözlerimi açmayı beklemiyordum.”

“Bunu bana daha önce niye anlatmadın?” Sieun endişeliydi. Elleri titremeye başlamıştı ve kalbi sıkışıyordu. “Suho-ya, çok kötü müydü?” diye sordu, sesinin titrediğinin ve kısıldığının oldukça farkında bir şekilde. Yani onca zaman Suho’da onun için savaşmıştı. Sieun’un üzgün olmasından korktuğu için uyanmaya çalışmıştı. Sieun için uyanmıştı.

“Suho...” ellerini Suho’nun kolundan omuzlarına doğru kaydırıp ona sarıldı. Sieun ilk defa birine gönüllü olarak sarılıyordu. Suho mala dönmüştü, ellerinde kol değnekleri olduğu için hareket edemedi. Bir kaç saniye sonra umursamadan değnekleri bırakıp kollarını Sieun’un beline sardı.

“Sorun yok, hepsi geçti,” diyebildi sadece.

Ama geçmemişti, bazı şeyler giderek karışık hale gelmişti. Suho uyanmıştı ama hayat normale dönmemişti. Sieun bu düşünceleri geriye itmeye çabaladı. Kolları Suho’yu daha sıkı sardı.

Büyükanne içeri gelip onları böyle görür korkusuyla bir anda gerçi çekildi. Suho ellerinde değnekler olmadan, biraz da yaşadığı duygusal sarsıntıyla sallandı. Sieun onu kolundan tutup kanepeye götürdü. Az önce yaşananlar olmamış gibi sessizce oturup yemeği beklediler.

°°°

Yemekler yendikten sonra büyükanne yorgun olduğunu söylerek odasına çekildi. Sieun ve Suho ise televizyonun karşısında oturmuş saçma sapan bir reality show izliyorlardı. Suho bazı salak espirilere hafifçe gülüyor, sonra bu salak esprilere güldüğü için utandığı belli bir şekilde eliyle ağzını kapatıyordu. Sieun ise televizyonu izler gibi yapıp, otuz saniyede bir Suho’ya bakıyordu. Onu tekrar gülerken, televizyon izlemek gibi normal şeyler yaparken görmek kalbine huzur veriyordu.

Saat giderek geç olmaya başlamıştı, yakında eve gitmesi gerektiğinin farkındaydı fakat mümkün olduğunda bunu ertelemeye çalışıyordu. İşin aslı gözleri kendi kendine kapanmaya başlamıştı bile, ama Suho’yu geride bırakmaya hazır değildi.

Kafasını kolduğun arkasına yasladı, vücudu artık tamamen Suho’ya dönmüştü. Bacaklarını kendine çekerek oturdu. Artık Suho’da ona bakıyordu, yüzünde hafif bir tebessümle.

“Çok tatlısın, gözlere bak uyku akıyor. Sieun, bu gece burada kal böyle eve gidemezsin. Olur mu?” dedi Suho. Sessinden sıcaklık damlıyor diye düşündü Sieun.

“Sorun değil, şimdi kalkıp eve giderim.” Suho'ya rahatsızlık verme düşüncesi onu bu halde bile eve gitmeye zorladı. Yine de karşısında oturan Suho’nun kaşları çatıldı.

“Sieun-ah, bu gece kal. Ben de yalnız kalmak istemiyorum, lütfen?” sesi kalın ve hırıltılı çıkmıştı. Sieun bir an için ona yaklaşmak ve sesini kulağının daha yakınında yukmak istedi, sonra ne düşündüğünün farkına varıp kafası karışık bir şekilde kaşlarını çattı

Şakalarında hissettiği elle gözlerinin kapandığını ve bir süredir Suho’ya cevap vermeden öylece durduğunh fark etti. Gözünü açtığında tebessümle ona bakan Suho’yu gördü.

“Hadi yatalım.”

Notes:

umarım beğenirsiniz✨️

Chapter 4: Mango

Chapter Text

 

Sieun, Suho'nun ona verdiği elindeki diş fırçasının fosforlu yeşil rengine dalmış bir şekilde dişlerini fırçalarken bir yandan Suho'nun odasından gelen gardırop kapaklarının sesini dinledi. İlk defa bir arkadaşının evinde kalacaktı, heyecanın kemiklerinde titreştiğini hissetti.

 

Hadi yatalım... Suho'nun cümlesinden sonra kendinde karşı koyacak gücü görmemişti. Yorgunluğu kemiklerine ağırlık yapmaya, başının arkasına migren gibi saplanmaya başlamıştı bile.

 

Fakat tüm bunlara rağmen kafasında dolaşan sorular vardı. Nevresimler nerede? Oturma odasının koltuğuna bacaklarım sığacak mı? Büyükanne sabah uyandığında beni görürse rahatsız olur mu?

 

İşini bitirip banyodan sessiz hareketlerle çıktı. Suho’yu kapısı aralık odasının ortasında elinde iki tişört ve iki pijama altıyla dikilirken gördü. Kuantum bilgisayarı gibi çalışan beyninin atladığı o senaryoyu şimdi algılayabilmişti. Birinin Suho’ya üstünü değiştirirken yardım etmesi gerekiyordu.

 

Odaya girdiği anda Suho hızlı hızlı gevelenmeye başlamıştı bile. “Sieun-ah nevresimler burada yok, evde dolanıp sana nevresim bulacak konumda değilim biliyorsun ki. Bu gece benimle yat, oturma odasında bütün gece üstün açık üşürsün.” Sieun vücudunun aynı anda hem yandığını hem de soğuk terlerle dolduğunu hissetti. Şu an Suho’ya karşı gelmenin hiçbir anlamı olmadığının farkındaydı. Ne olursa olsun Suho kendi istediğinin olduğuna emin olacak, Sieun sadece tartışmak için zaten düşük olan enerjisini harcamış olmakla kalacaktı. Sadece başını sallayarak onu onayladı, konuşmak için sesinin çıkacağından emin değildi.

 

Suho’nun odasında ona ait birçok detay vardı. Duvarlarında dövüşçüler olduğunu tahmin ettiği kişilerin posteri vardı, aralarında sadece Bruce Lee ona tanıdık gelmişti. Yatak çarşafları temiz ve yeni görünüyordu, büyükanne onları yeni değiştirmiş olmalıydı. Kitaplık olarak tasarlanmış mobilyanın Suho’nun ıvır zıvırlarıyla dolu olduğunu, sadece bir kaç tane okul kitabının konduğunu görmek onu hiç şaşırtmadı.

 

Suho’nun elinde tuttuğu iki çift pijamayla ona gülümseyerek baktığını hissedebiliyordu. Gözlerini pijamalardan ayırmadı, ellerini uzatıp onları aldı.

 

“Hangisini giymek istiyorsun?” diye sordu Suho’ya. Suho bir çocuk edasıyla parmağını uzatarak kırmızı renkli tişörtü ve gri pijama altını gösterdi. Seiun yine kafasını onaylayarak sallamakla yetindi. Pijamaları yatağa bıraktı ve Suho’nun bakışlarıyla buluştu. Elleri çoktan üstündeki tişörtün eteklerine varmıştı, Sieun’un onu onaylamasını bekler bir hali vardı. Sieun kafasını hadi dercesine oynattı. Suho tişörtünü yavaş hareketlerle çıkarırken sendeledi, Sieun ani bir refleksle onu şimdi çıplak olan bel boşuklarından yakaladı.

 

Sieun ellerinin alev aldığını, tenine değen Suho’nun teninin kavurucu bir sıcaklığı olduğunu düşündü. Elleri kendi kontrolünün dışında altında hissettiği tene daha çok baskı uygulamaya başladı. Suho, şimdi tişörtsüz, ona derin ve fırtınalı gözlerle bakıyordu. Göz bebeklerinin karardığını görmek mümkündü. Suho’nun teni sıcaklığıyla birlikte tatlı bir meyve kokusu yayıyordu.  Mango, diye içinden geçirdi. Gözleri karşısındaki çocuğun gövdesine doğru kaymaya başladı, onca ay komadan sonra hala iyi gözüküyordu, fazlasıyla iyiydi.

 

“Sieun-ah, pantolonumu çıkarmama yardım et,” bu ses hırıltılı ve bir fısıltı gibi gelmişti kulağına. Gözleri yavaşça Suho'nun gövdesinden karnına, oradan pelvisine ve son olarak alt karnıyla buluşan pantolonunun düğmesine doğru indi. Ellerini onun teninden ayırmak istemediğini fark etti, parmaklarını hayalet gibi tenine sürterek pantolonunun düğmesine getirdi. Düğmeyi açmaya çalışırken eklemleri Suho’nun karnına, doğrusu karnından daha aşağısına değiyordu.

 

“Seiun bana işkence yapmaya çalışıyorsan işe yarıyor. Aylardır hastanedeydim zaten, şu an beni delirtmek istemiyorsan çabuk ol,” diye mırıldandı Suho. Sesinde bir derinlik vardı, nefes nefese kalmıştı. Sieun onun neyi kast ettiğinden emin değildi, ayakta durmaktan yorulmuş muydu? Yoksa başka bir şeyden, Sieun’un da aklını kaçırmasına sebep olan bir şeyden mi bahsediyordu? Bunu soracak cesareti olmadığı için sadece ellerini daha hızlı hareket ettirmekle yetindi.

 

Suho şimdi sadece boxerla, çıplak ihtişamıyla ona bakıyordu. Sieun heyecanlanmıştı, ilk defa onu böyle görüyordu. Gözleri istemsiz olarak onun bazı bölgelerine kayıyordu. Meraktan, diye ikna etti kendini. Daha fazla vakit kaybetmeden, aklını kaçırmak istemediğinden, hızlıca Suho’yu giydirdi ve kendisi için olan kıyafetleri alıp banyoya yöneldi.

 

°°°

Odaya tekrar girdiğinde Suho çoktan yatakta uzanmış onu bekliyordu. Sieun yanına ilerleyip yatağa girdi. Suho’nun yatağı pek büyük sayılmazdı, tahminen bir buçuk kişilik büyüklükte bir yataktı. Bu nedenler uzanırken omuzları birbirine değiyordu. Sieun, Suho’nun bundan rahatsız olabileceğini düşünerek yanına döndü. Yüzü Suho’ya dönüktü, onun kapalı gözlerle tebessüm eden yüzüne baktı.

 

“Sieun-ah, gözlerini kapat. Uyu.”

 

Sieun onu dinledi, gözlerini kapattı. Elleri Suho’nun kollarına çok yakın bir pozisyonda duruyordu, bedeninden gelen sıcaklığı hissedecek kadar yakındı. Sieun düşünmeden hareket ederken buldu kendini, kafasını Suho’nun omzuna yaklaştırdı ama temas etmeden durdu. Burnu Suho’nun koluna çok yakın, dudakları onun teninden bir iki santim uzaktayken durdu. Saçlarının Suho’nun boynuna değdiğinden emindi ama umursamadı. Onun mango kokusu ve tüm tenini saran sıcaklığıyla huzurlu hissediyordu.

Ne kadar süre geçtiğinden emin değildi ama Suho’nun yanında uykuya daldığından emindi. Nefesi düzene girmiş, derin derin uyuyordu. Sieun kafasını kaldırıp ona bakmak istedi ama hareket ederek anın büyüsünü bozmaktan korkuyordu. Bir süre sonra burnunda mango kokusuyla uykuya daldı. 

Chapter 5: Uyku Sersemi

Chapter Text

 

Seiun uyandığında nerede olduğundan emin değildi. Üzerinde hissettiği ağırlık ve vücudunu kavuran sıcaklık ile terlemişti. Nefes alırken zorlandığını hissetti, burnu yumuşak bir yüzeye yapışık haldeydi.

 

Gözlerini araladı, Suho'nun gövdesi önündeydi. Suho'nun kolu omuzlarından onu kavramıştı. Suho'nun bir bacağı onun bacaklarının arasındaydı, değmemesi gereken yerlerine baskı uyguluyordu. Sieun düşünmeye çalıştı ama kafasından tek bir şey geçiyordu; Suho, Suho, Suho, Suho, Suho... Bütün hücreleri onunla kaplanmıştı, her nefesinde içine daha fazla işliyordu. Kıpırdamaya cesareti yoktu, bulunduğu konumdan nasıl çıkacağı hakkında düşündü.  Çıkmak istemediğine karar verdi, gözlerini kapattı. Suho uyandığında şu an bulundukları pozisyon yüzünden utançtan yerin dibine gireceğinin farkındaydı ama bir süre daha onun sıcaklığının huzurunu hissetmek için kendine izin verdi.

 

Odanın içine süzülen gün ışığının sırtına vurduğunu hissedebiliyordu. Biraz kulak kabarttığında mutfakta hareket eden büyükanneyi duydu. Acaba biz uyurken odaya girdi mi? Bizi böyle görmüş müdür? Sieun şimdi tekrar bir utanç dalgasıyla yanaklarının yandığını hissetti. Suho’ya biraz daha sokuldu, onun göğsünden girip kaybolmak istiyordu.

 

“Mhmm, Sieun-ah. Uyandın mı?”  hırıltılı, sakin, sıcacık...

 

Sieun ani bir şekilde kafasını kaldırdı. Suho ne zamandır uyanıktı? Gözündeki dehşeti onun da gördüğüne emindi, Suho ona bakarken kahkaha atmaya başladı.

 

“Yaa, napıyorsun. Biraz daha yatalım kalkma. Çok sıcaksın,” dedi Sieun’u kollarıyla kendine çekip kafasını göğsüne bastırırken. Sieun onun kollarından kurtulmaya çalıştı ama başaramadı.  Suho’nun çenesi kafasının üstüne yerleşmiş, bacaklarının arasındaki bacağı daha da ileri kaymıştı.

 

 Sieun kanın vücudunda daha hızlı pompalanmaya başladığını hissetti. Hayatında ilk defa biriyle bu kadar yakındı. Bu kişinin Suho olması ona garip gelmiyordu gerçi, yine de düşüncelerinin yanlış yerlere kaymasına engel olamıyordu.

 

Suho’nun nefesi saçlarının arasına karışmış, göğsü Sieun’un yüzüne her nefeste yavaşça baskı yapıyordu. Onun kalp atışını duyabiliyordu, düzenli ama biraz hızlı. Tıpkı kendi kalbi gibi.

 

Bir süre daha öylece kaldılar. Sieun gözlerini kapattı ama bu bir dinlenme hali değil, bir saklanma isteğiydi. Suho’nun kol kası, onu tutan kolda hafifçe kasıldı. Ardından Suho’nun sesi tekrar duyuldu; bu sefer fısıltı gibiydi.

 

“Çok yumuşaksın…”

 

Sieun ne cevap vereceğini bilemedi. Cümle havada asılı kaldı, üzerine konuşulmadı ama ikisinin de zihnine kazındı. Tam o anda, Suho’nun eli onun sırtında gezindi, yukarı doğru çıkarken parmak uçları Sieun’un ince tişörtünden hissediliyordu. Sieun nefesini tuttu. Sanki vücudu yerinden ayrılmak üzereydi.

 

Suho da fark etti bunu. Elleri durdu ama geri çekilmedi.

 

O an bir şey koptu.

 

Sieun, başını kaldırdığında Suho ona bakıyordu. Göz göze geldiler. İkisinin de bakışında soru işaretleri vardı. Bir adım atılsa ne olacağını bilmiyorlardı ama geri de dönemiyorlardı.

 

Ve Suho, hiçbir şey söylemeden hafifçe öne eğildi. Dudakları Sieun’un alnına çok yakındı, hatta değmişti bile belki. Tam o anda Sieun refleksle geri çekildi. Geri çekilirken Suho’nun bacağına daha fazla temas etti, ikisi de ürktü. Sanki dokundukları yer yanmıştı.

 

Suho geri çekildi, yatağın diğer ucuna gitti. Sieun oturdu, başını ellerinin arasına aldı.

 

Bir sessizlik oldu, kalın, ağır ve garip bir sessizlik.

 

Suho gözlerini kaçırdı. “Pardon,” dedi, sadece bu.

 

Sieun, “Sorun yok,” dedi, ama sesindeki titremeyi bastıramadı.

 

“Ben banyoya gidiyorum,” diyerek ayağa kalktı ve odadan çıktı. Arkasında bıraktığı Suho’nun kafasından neler geçtiğini bilmek istemiyordu. Hayatında hiç bu kadar utanmamıştı. Yerin dibine girip, yok olmak istiyordu. Az önce ne yaşandı? Kafasında bin tilki dolanıyordu.

 

 Banyoya girdiğinde elini yüzünü yıkadı ve dişlerini fırçaladı. Aynada yansımasına baktı: dağınık saçlar, kırmızı yanaklar, nefes almakta güçlük çektiği için aralık dudaklar ve gözlerindeki tanıyamadığı bir bakış. Gözleri yavaş yavaş iki bacağının arasına kaydı, Sieun sertti... Ölmek istiyordu, kafasını duvara vurup bayılana kadar kendine zarar vermek istiyordu. Suho’dan dolayı uyarılmış olduğuna inanmak istemiyordu. Bu şimdiye kadar hiç başına gelmemişti, hatta Sieun hiçbir zaman azgın bir ergen olmamıştı. Arada sırada uyumakta zorlandığı zamanlar kendini rahatlatma girişimleri olmuştu ama bunların hepsi Suho komaya girmeden önce olan şeylerdi. Sieun, Suho’yla tanıştığından beri en son ne zaman uyarılmış hissettiğini hatırlamıyordu.

 

Banyodan çıkıp Suho’nun yüzüne nasıl bakacağından emin değil. Acaba o da fark etmiş miydi? Yoksa Suho da onun gibi etkilenmiş miydi? Bunun mümkün olmadığına emindi, Suho sadece uyku halinde saçma sapan geveleyip bir şeyler yapmıştı hepsi bu.

 

Banyodan çıktığında, Suho çoktan odadan çıkmıştı. Sieun koridora yöneldiğinde mutfaktan gelen koku burnuna çarptı: yumurta, kimchi, kavrulmuş pirinç. Büyükanne tezgâhın önünde sırtı dönük şekilde bir şeyler karıştırıyordu. Suho da masaya eğilmiş, oturmaya çalışıyordu.

 

“Gelebildin demek,” dedi Suho, başını kaldırmadan. “Az kalsın seni battaniyeyle sarmalayıp ‘kış uykusuna yatıyor bu’ diye açıklama yapacaktım.”

 

Sieun cevap vermedi. Mutfak sandalyesine oturup gözlerini masa örtüsündeki kırışıklıklara dikti.

 

Büyükanne arkasını döndü. “Kahvaltı hazır.  Hadi bol bol yiyin. Oğlan sen de çok zayıfsın, kemik gibisin. O kaslar ne? Görünmek için mi varlar, işe yarıyor mu?”

 

Suho ellerini kaldırdı, teatral bir acı ifadesiyle, “Beni neden bu kadar seviyorsun büyükannem, kalbim dayanamıyor…” dedi. Sonra ciddileşti: “Ama ben geçen hafta iki pirinç çorbasını aynı anda taşıdım, tanık var. Değil mi Sieun-ah?”

 

Sieun başını kaldırmadan, “Bileğini incittin,” dedi.

 

Büyükanne kahkahayla güldü. “İşte dürüst olan bu çocuk. Hem akıllı, hem sessiz. Aferin sana.”

 

Suho söylenerek yanına sokuldu. Tabakları yerleştirirken, kolu istemeden Sieun’un koluna değdi. Bir anlık temasta ikisi de duraksadı ama hiçbiri bunu dile getirmedi. Suho dikkatini hemen yumurtaya verdi, “Bu sarı kısmı nasıl bu kadar parlak yapıyorsun büyükanne? İçine güneş mi koyuyorsun?” dedi.

Her zamanki Suho, düşündü Sieun. Şımarık.

 

Büyükanne burnundan soluyarak, “Senin şeker seviyeni düşürmek için içine azıcık acı koyuyorum,” dedi.

 

Sieun, chopstickleri sessizce eline aldı. Suho’yla arasında kısa bir bakış oldu. Ne sıcak ne soğuktu. Sadece — durgundu.

 

Ama dizleri masanın altında yine birbirine değdi.

 

Bu sefer geri çekilmediler. Sessizlikte o temas kaldı.

 

°°°

 

Kahvaltıdan sonra Sieun eve dönmesi gerektiğini söyleyerek çıktı. Aslında evde onu bekleyen kimse yoktu, çoğu zaman olmazdı.

 

Öğlene doğru telefonu titremeye başladı, Juntae arıyordu. Kimseyle konuşmak istememesine rağmen arkadaşına ayıp olmaması için telefonu açtı.

 

“Sieun-ah, Gotak ve Baku yeni bir restorant keşfetmiş. Suho’yu da al ve gelin, yemekler Baku’dan. Sana adresi yolluyorum.”

 

İtiraz etmesine izin bile vermeden telefon yüzüne kapandı. Şimdi Suho’yu arayıp  hiçbir şey olmamış gibi onu nasıl arkadaşlarıyla takılmaya çağırması gerektiğini düşünüyordu. İşin aslı Suho’yu görmek istiyordu, onu çoktan özlemişti bile. Bu durum her ne kadar canını sıksa da bu düşüncenin üzerinde durmayı reddetti.

 

Telefon elinde ağırlık yapmaya başlamıştı, Suho’yu araması gerekiyordu. Her zamanki sakinliğini korumaya çalışarak rehberde adını buldu ve tıkladı. Telefon üç kere çaldıktan sonra açıldı.

 

“Alo?”

 

“Ahhh Sieun, beni çoktan özledin değil mi?” Suho hep olduğu gibi onunla alay etmeye devam ediyordu.

 

“Hayır,” dedi Sieun her zamanki monoton ve duygusuz tonuyla. “Hazırlan birazdan seni almaya geleceğim, Baku yemek ısmarlayacakmış.”

 

“Ahhh şu adam yok mu, Baku! Tamam hemen gel Sieun-ah, çünkü ben seni özledim.”

 

“Mhm,” diyebildi sadece ve telefonu kapattı.

Chapter 6: Lütfen Kal

Notes:

(See the end of the chapter for notes.)

Chapter Text

Sieun oturduğu sandalyede huzursuz hissediyordu. Hemen yanında Suho, karşısında Gotak ve Juntae, masanın ucunda Baku oturuyordu. Sieun’un beş dakika önce dinlemeyi bıraktığı bir şeyler hakkında konuşuyorlardı, gürültülü bir şekilde. Baku sürekli bağırıyor, Gotak onu susturmaya çalışıyor, Juntae kıkırdayarak onları izliyor, Suho ise Baku'yu sinirlendirecek doğru sözleri söyleyip duruyordu.

 

Baku’nun yeni “keşfettiği” restoran babasının daha büyük ve iyi bir yere taşıdığı tavuk restoranıydı. Juntae bu duruma hayal kırıklığı ile yaklaşsa da Sieun biraz olsun bile şaşırmamıştı. Suho içinse zaten her şey yeniydi.

 

Suho bir şeyler anlatırken elini havaya kaldırdı, abartılı bir mimikle Baku’yu taklit etmeye başladı. Masadakiler gülmekten yerlere yatarken, Sieun sadece başını eğdi, dudaklarında belli belirsiz bir gülümseme belirdi.

 

Tam o anda, Suho’nun eli yanlışlıkla onun dizine değdi. Önce fark etmedi bile. Ama sonra parmakları orada kaldı. Konuşmasına devam ederken, elini geri çekmedi. Sieun, dizinin üzerindeki o sıcaklığı hissettiğinde tüm vücudu irkildi. Gözlerini kaldırıp Suho’ya baktı ama Suho hiç istifini bozmadan anlatmaya devam ediyordu.

 

Sanki... bilerek yapıyordu.

 

Sieun’un boğazı kurudu. Chopsticklerini bıraktı, su bardağını eline aldı ama eli hafifçe titriyordu. Su bardağını içti, ama su boğazından zorla geçti sanki. Dizindeki o el, hâlâ oradaydı.

 

Bir an sonra Suho konuşmayı bitirip kahkaha atan Juntae’ye laf atarken, elini yavaşça geri çekti. Sieun nefes alabildi sonunda ama kalbi hala boğazındaydı. Dikkatini dağıtmaya çalıştı. Tavuk parçasını alıp ağzına attı. Tadı yoktu. Ağzında çiğnerken bile yalnızca Suho’nun parmaklarını hissediyordu, o ağırlığı, o dokunuşu, o sıcaklığı...

 

Suho eğildi, kulağına yaklaştı. Masadakilerin gürültüsünün arasından, sesi yalnızca ona ulaştı: “Sieun-ah, iyi misin? Normalden de sessizsin bugün.”

 

“Mhm,” diye bir mırıltıyla iyi olduğunu belirtti.

 

Suho üstelememesi gerektiğini herkesten iyi biliyordu, sadece başını onaylar şekilde sallayıp önündeki yemeğine döndü.

 

Konuşmalar kaldığı yerden devam etti. Juntae, Gotak’ın son başarısız date hikâyesini hatırlatınca kahkahalar yine havada uçuşmaya başladı. Suho da onlara eşlik etti ama sesi her zamankinden biraz daha kısıktı. Göz ucuyla sık sık Sieun’a baktığını yalnızca Sieun fark etti. Ama hiçbir şey söylemedi. Göz göze gelmekten bile kaçındılar.

 

Bazen bu çok gürültülü anlarda aralarındaki sessizlik daha da kulak tırmalayıcı geliyordu.

 

Suho’nun eli tekrar masanın altına düştü, tam Sieun’un yanına. Parmakları bir an bile değmedi ama Sieun fark etti. O alanın nasıl bir anda gerildiğini, ısındığını, gözle görülmeyen bir hat oluştuğunu.

 

Kafasını kaldırmadı ama boğazı kuruyordu.

 

Sieun artık kendi nefesini duyabiliyordu. Suho’ya yaklaşan her an, onun sesini duyduğu her kelime, omuzlarına binmiş bir yük gibi ağırlaşıyordu. Sabahki pozisyonları gözünün önünden gitmiyordu. Suho’nun teninin sıcaklığı hâlâ hafızasındaydı. Ve Suho da, bunu unutmuş gibi davranmıyordu — ama aynı zamanda, hiç yaşanmamış gibi de yapıyordu.

 

Bir tür uzlaşmaydı bu. Konuşmamak. Göz göze gelmemek. Sanki bir çizginin etrafında dönüyorlardı, biri bir adım atsa her şey çözülecekti. Ya da tamamen kırılacaktı.

 

°°°

 

Yemeklerini yedikten sonra birlikte karaoke salonuna gittiler. Sieun eski anılarının canlandığını hissediyordu, Suho’nun da aynı şeyleri düşündüğüne emindi. Kaçamak bakışlarla birbirlerine bunu anlatmışlardı.

 

Sieun kendini yorgun hissediyordu, bütün gün grubun konuşmalarını (bağırışmalarını) dinlemişti ve eve gitmeyi iple çekiyordu. Karşısında Gotak ve Juntae eski bir korece aşk şarkısını bağıra bağıra söylüyordu. Baku yerde yatmış karnını tutarak gülmekle meşguldu. Yanında oturan Suho’dan gelen kahkaha sesleriyle onları izledi.

 

Suho’ya bakmak için kafasını yavaşça çevirdi. En az kendi kadar yorgun görünüyordu, hatta belki daha fazla ama Suho yorgunluğunu saklamakta Sieun’dan daha iyiydi.

 

“Yorgunsun, eve gidelim mi?” dedi Sieun. Suho ona bakmadan başıyla onayladı.

 

“Biz eve gidiyoruz, Suho’nun dinlenmesi gerek,” dedi Sieun, sesi alışılmadık bir sahiplenicilik taşıyordu. Farkında değildi belki ama odadakilerin bakışları kısa bir anlığına onların üzerinde toplandı.

 

Juntae el salladı, Gotak göz kırptı, Baku hâlâ gülüyordu ama “İyi geceler çocuklar!” demeyi ihmal etmedi. Sieun başını hafifçe eğdi, Suho ise kısa bir el hareketiyle veda etti.

 

Karaoke salonundan birlikte çıktılar. Gece serin, sokak lambaları pusluydu. Ayak sesleri kaldırıma ritmik vuruyordu. Konuşmadılar. Gecenin içinde, sadece yan yana yürüdüler.

 

Eve vardıklarında, Sieun kapıyı açtı. Suho önce içeri girdi, ardından ayakkabılarını çıkarıp doğruldu. Üzerindeki ince ceket yorgun bir hareketle askıya asıldı. Sieun da sessizce onu izledi.

 

Salonun loş ışığı altında Suho bir süre ayakta durdu, sonra kanepeye çöküverdi. Gözlerini ovuşturdu.

 

“Banyo yapmak istiyorum,” dedi Suho. “Ayrıca çok uykum var.”

 

“Yarın yaparsın.”

 

“Olmaz büyükannem yarın arkadaşlarıyla olacak bana yardım edemez, tek başıma banyo yapamayacak kadar güçsüzüm hala,” Sieun’un beynindeki şalterler inmişti. Suho’nun banyo yapmak için yardıma ihtiyacı vardı, ama nasıl bir yardım? O tamamen çıplakken vücudunu keselemek gibi mi mesela? Sieun yine kızarmaya başladığına emindi. Dün gece ve sabah aralarında geçen garip anların anıları beynine akın ediyordu, Sieun’u bu basit düşünceler bile heyecanlandırmak için yeterliydi.

 

“Ben sana yardım ederim,” deyiverdi. Kelimeler ağzından çıktığında ne dediğinin farkına varmak için çok geç olmuştu. Suho’nun bakışları oturduğu yerden jet hızıyla Sieun’a döndü, kesici bir etkisi vardı. Sieun ellerinin ve bacaklarının uyuştuğunu hissetti.

 

“Sieun-ah, ne teklif ettiğinin farkında mısın? Seni zahmete sokmak istemem.”

 

Sieun ne teklif ettiğinin acı verici bir şekilde farkındaydı. Şimdi geri dönemezdi, artık sözler bir kere aralarında uçmuştu.

 

Suho’nun bakışları, Sieun’un içine işledi. Sözleri, gergin bir sessizlikte yankılandı. Ne olduğunu, ne söyleyeceğini tam olarak bilmiyordu ama şimdi geri dönmesi imkansızdı. Her şey o an biraz daha gerçek olmuştu. Fakat Suho, gözlerini bir an için kapatıp derin bir nefes aldı.

 

“Bilmiyorum… bunu yapabilir misin?” dedi Suho, sesi hala biraz gergin ama bir o kadar da merakla doluydu.

 

Sieun, Suho’nun gözlerinin içine bakarak, hiç düşünmeden yanıt verdi. “Evet, yapabilirim.” Fakat bu cümle bir sözden çok, bir meydan okuma gibiydi; ikisi arasında hiçbir geri adım yoktu.

 

Suho’nun gözleri bir anda parlamıştı, ama bir şeyler onu durduruyordu. Yavaşça kanepeye yaslandı ve belini geriye doğru bıraktı. Bir an için gerçekten yorgun olduğunu ve çoktan gözlerini kapamış gibi göründüğünü düşündü Sieun.

 

Suho’nun bu haline bakmak, Sieun’un içinde farklı bir kıvılcım yaktı. Sonra, farkında olmadan, adımlarını ona doğru attı. Aralarındaki mesafe her adımla daha da kısaldı. Suho’nun bedeni çok yakınındaydı, ama ona doğru bir şey yapmanın nasıl olacağını bilmiyordu.

 

Suho gözlerini tekrar açtığında, Sieun’un önünde durduğunu fark etti. Ama bu sefer hiç olmadığı kadar sessizdi. Ne konuşacaklarını, ne yapacaklarını bilemiyorlardı. Sieun, Suho’nun ne kadar hassas olduğunu düşündü, her şeyin çok kırılgan olduğunu hissetti.

 

Suho yavaşça doğruldu. Sieun geri çekilmedi; aksine, yavaşça ona doğru eğildi.

 

“Yorgunum,” dedi Suho. Sessinde çaresizlik vardı sanki, bu Sieun’un kalbini kırdı. Onu kollarından kavrayıp kaldırdı. “Seni yatağına götüreyim,” dedi. Suho itiraz etmedi ve odasına ilerlediler.

 

Dün giydiği pijamalar Suho’nun masasında katlanmış duruyordu, bıraktığı yerde. Yanında da Suho’nun giydiği pijamalar buruşuk bir yığın halinde bekliyordu.  Onları aldı ve Suho’ya döndü.

 

“Üstünü çıkar,” dedi gözleri yerdeydi.

 

“Sieun-ah, benimle ne yapmayı planlıyorsun şimdi?” dedi, sesindeki alaylı ton geri gelmişti. Sinsi gülüşünün yüzünde belirdiğini anlamak için ona bakmasına gerek yoktu.

 

“Üstünü değiştirip uyumalısın Suho, son otobüsü kaçırmadan eve gitmem lazım.”

 

“Gitme.”

 

Tek kelime, beş harf, 2 hece. Gitme... Sieun gitmek istemiyordu ama gitmezse olacaklardan korkuyordu, kendini kontrol etmek yeterince zordu. “Gitmem lazım Suho, her gün seninle kalamam bunu biliyorsun.”

 

“Bir gün daha kal.”

 

“Suho-ya...”

 

“Lütfen. Sieun-ah, lütfen kal.”

 

“Üstünü çıkar, uykum var bir an önce yatalım.”

 

Suho çoktan zafer gülümsemesini takınmış tişörtünü çıkarmıştı bile, Sieun’a fırsat vermeden pantolonunun düğmelerini indirip onu bekledi. Sieun onu yatakta oturtup pijamasını altına geçirmesine yardım etti. Kollarından tutup kaldırdı ve banyoya doğru ilerlediler. Suho dişini fırçalarken Sieun fırsattan istifade Suho’nun odasında üstünü değiştirmeye gitti.

 

Bir gece daha Suho’yla aynı yatakta nasıl hayatta kalacağından emin değildi. Vücudu çoktan titremeye başlamıştı bile. İkisi de yatmaya hazırlandı ve dün gece olduğu gibi yatakta pozisyonlarını aldılar.

 

Suho’nun nefesi, yattıkları yastığın bir köşesinden Sieun’a ulaşıyordu. Aralarındaki birkaç santimetrelik mesafe, Sieun’un zihninde devasa bir boşluk gibiydi. Uyuyamıyordu.

 

Gözlerini kapatmıştı ama her hücresi tetikteydi. Suho’nun omzunun hemen orada olduğunu biliyordu. Her kıpırtısını hissediyordu. Yorganın altında kolları gövdesine sıkıca yapışmıştı. Sanki bir hareketle yanlışlıkla dokunursa, bir şey patlayacakmış gibi.

 

Ama o anda, Suho döndü.

 

Kendine çektiği yorgan, Sieun’un omzunu açığa çıkardı. Derisi serin havayla ürperdi. Ve sonra… Suho’nun eli omzuna, çok hafifçe, belki istemsizce, değdi. Dokunuş o kadar hafifti ki, belki de sadece hayaldi. Ama gerçekti. Sieun kıpırdamadı. Soluk bile almadı. Ama kalbi, o anda fark edilmek ister gibi gürültüyle atmaya başladı.

 

Suho’nun sesi fısıltıdan da düşüktü. “Üşüyor musun?”

 

Bir cevap veremedi, sadece başını salladı. Suho eliyle yorganı yukarı çekti, omzuna kadar örttü onu. Sonra bir saniye… belki iki… parmakları Sieun’un kolunda durdu.

 

Gitmedi.

 

O anın içinde öylece kaldılar. Gözleri kapalı, nefesleri düzensiz, tenleri birbirine çok yakın. Birkaç dakika sonra Suho yavaşça geri çekildi. Yine de Sieun uyuyamadı.

 

Sieun gözlerini sımsıkı kapatmıştı, ama uyumuyordu. Uyuyamıyordu. Suho’nun az önce koluna değen parmaklarının hayalet izleri hâlâ tenindeydi. İçinde, derinlerde, bir yerler kıpır kıpırdı. Kalbi boğazında atıyordu, nefes almak fazlaydı sanki. Oksijen, başını döndürüyordu.

 

Birkaç dakika geçti. Belki saat oldu. Belki sadece yirmi saniye.

 

Suho tekrar kıpraştı. Bu sefer yavaşça. Yüzleri birbirine dönük, aralarındaki mesafe bir nebze daha azalmıştı sanki. Suho’nun eli, yorganın altında hareket etti. Tam olarak neye uzandığını Sieun anlayamadı. Ta ki… bileğine değene kadar.

 

Sert bir temas değil, tutmak da değil… sadece oradaydı.

 

Suho’nun eli, Sieun’un bileğinin hemen yanında durdu. Sanki buradayım diyordu. Sanki eğer istersen, sana dokunurum diyordu. Ama dokunmadı. Bekledi.

 

Sieun’un zihni yangın yerine dönmüştü. Uyuyormuş gibi yapmayı sürdürüyordu ama vücudu çoktan onu ele vermişti. Parmakları istemsizce kıpırdadı.

 

Ve o kıpırtıya, Suho’nun parmakları karşılık verdi.

 

Şimdi birbirlerine hafifçe değiyorlardı. Sadece parmak uçları. Sanki yanlışlıkla olmuş gibi. Sanki farkında değillermiş gibi.

 

Ama ikisi de oradaydı. Uyanıktı. Sessizliğin içinde o küçük temas, bin kelimelik bir cümle gibi yankılanıyordu.

 

Sieun’un gözkapakları ağırlaştı. Kalbi hâlâ hızlıydı ama bedenine bir sıcaklık yayılıyordu şimdi. Suho’nun parmakları, usulca, yavaşça, başparmağına dokundu. Onu okşamadı. Sadece yerini belirledi.

 

Bu kadarı yetti.

 

Sabaha kadar hiçbiri hareket etmedi. Eller o hâlde, sessizlikte birbirine değerek, bir sınırda asılı kaldı.

 

Notes:

kudos bırakıp yorum yapmayı unutmayın lütfen, fikirlerinizi bekliyorum🥺💕✨️

Chapter 7: Lifle ve Durula

Notes:

(See the end of the chapter for notes.)

Chapter Text

Sabah uyandığında yatakta tekti. Duvara dönük olan vücudunu yatakta döndürerek kapıya doğru baktı. Kapı aralıktı ve Suho’nun yatağın yanında duran değnekleri yoktu. Elini yatağın yanındaki masaya uzatıp telefonuna baktı, saat hala erkendi. Annesinden mesaj gelmişti: “Sieun, neden evde yoksun? Suho’nun evinde misin? Bir daha habersiz iş yapma, uyandığında bana mesaj at, iyi olduğunu haber ver.” Sieun sıkkın bir tavırla annesinin mesajına cevap verdi, iyi olduğunu ve Suho'yla kaldığını söyleyen kısa bir cevaptı.

 

Mesajı gönderirken Suho’nun elinde değneklerle içeriye doğru girdiğini gördü. “Günaydın, aç mısın?” dedi Sieun. Gözleri hala uykudan şiş, yüzünde tebessümle başını hayır anlamında salladı Suho. Kendisi de aç hissetmiyordu, kahvaltı işini şimdilik erteleyebilirlerdi.

 Sieun hala yerinde uzanırken Suho yanındaki boşluğa, yatağın köşesine oturdu.  “İyi uyudun mu Sieun-ssi?” dedi Suho, alışık olduğu alaycı sesi ve yüzündeki gülümseme ile. Keyfi yerinde duruyordu.

 

“Sabahın köründe sinirlerime dokunuyorsun,” dedi Sieun ayağa kalkıp banyoya ilerlerken. Arkasında Suho’nun kahkaha sesini duydu.

 

Banyoda işlerini hallederken, duşa kabini izledi, bugün Suho’ya yardım edeceğine söz vermişti. Dün yorgun kafayla verdiği söz şimdi içini kemiriyordu. Son zamanlarda Suho’yla yalnız kalmak bile başlı başına bir sınavken, onu çıplakken yıkamak... bu, başka bir seviyedeydi.

 

Lavaboda ellerini yıkadı, sonra yüzüne soğuk su çarptı. Aynada kendine baktı. Suratında her zamanki gibi ifadesizlik vardı ama gözlerinin içinde bir tür kıpırtı seziliyordu. O an aynadaki yansımasına itiraf edemese bile, Suho’nun dokunuşları, sesi, bakışları—hepsi, onu içten içe titretiyordu. Sakin kalması gerekiyordu, bugün hayatında hiç olmadığı kadar sakin olması gerekiyordu. Ki bu Sieun için normal bir şeydi çünkü zaten genel olarak  fazlasıyla sakindi, ancak çoğunlukla Suho yanında olmadığı zamanlar.

 

Kapının aralandığını aynadan gördü. Suho kafasını içeri uzattı, aynada göz göze geldiler.

 

 “Sieun-ah, hala emin misin?” sesi yumuşaktı, çekingen gözüküyordu. Sieun o anda çok masum gözüktüğünü düşündü.

 

Sieun başını hafifçe salladı. “Gel,” dedi kısaca.

 

Suho banyoya değnekleriyle girdi. Üzerinde sadece ince bir tişört ve eşofman altı vardı. Saçları dağınıktı, yüzünde o bilindik yarı alaycı, yarı masum ifade. Ama gözlerinin içinde belirsiz bir beklenti vardı sanki.

 

Sieun bunu bir çeşit topluma hizmet olarak görmeliydi. Suho yardıma ihtiyacı olan bir hastaydı, o da yardım için burada olan bir gönüllü. Evet, tam olarak böyleydi. Ne eksik, ne fazla.

 

“Soyun, ben suyu hazırlayacağım,” sesi istediğinden daha derin ve soğuk çıkmıştı. Suho sadece kafasını sallamakla yetindi. Arkasını dönüp duşun içindeki kovaya sıcak su doldurmaya koyuldu. Suho’nun arkasında hareket ettiğini duyuyordu.

 

Suyu hazırladıktan sonra ona döndü, tüm çıplaklığıyla kapağı kapalı olan klozete çökmüş, boxerıyla onu bekliyordu. Suho, Sieun’un en büyük günahı olmak istermiş gibi ona bakıyordu.

“Evet, nasıl yapıyoruz?” Sieunun aklında hala sorular vardı, tam olarak Suho’ya basıl yardım etmesi gerekiyoru? Büyükanne nasıl yapıyorsa öyle, bu belliydi ama Suho ona herhangi bir yönelge söylememişti.

 

“Ayakta durabilirim, ama çok uzun süre değil o yüzden sen saçımı yıkarken taburede oturacağım, daha sonra üst vücudumu yıkayabilirsen sevinirim. Şey... geri kalanın ben halletmeye çalışırım, sen düşmediğimden emin olsan yeterli,” Suho tüm bunları nefessiz bir şekilde, ard arda söylemişti.

 

Sieun başını hafifçe salladı, bakışlarını Suho’dan kaçırmaya çalışarak havluyu taburenin üzerine serdi. Sonra bir başka havluyu alıp omzuna attı. Gözleri yine Suho’nun üzerindeydi—istemeden, ama inatla kayar gibi duran bir bakışla. Boxerının lastiği gevşekti, teni sabah ışığında daha yumuşak, daha… dokunulabilir görünüyordu.

 

Suho dikkatlice ayağa kalktı, duşun içindeki tabureye oturdu. Ayakları yere tam basmıyor, kaslarındaki güvensizlik gözle görülebiliyordu. Sieun ona bir an baktı. “Hazır mısın?” diye sordu, sesi her zamankinden daha boğuktu.

 

Suho başını salladı. “Sen hazırsan, ben hazırım.”

 

Sieun kovadan maşrapa ile su aldı, önce kendi eline döküp sıcaklığını kontrol ettikten sonra Suhonun kafasını geriye yatırıp saçlarına döktü. Köşedeki şampuandan eline sıkarak iki avucunun içinde köpürttü ve Suho’nun saçlarına masaj yaparak uygulamaya başladı.

 

Suho’nun gözleri kapanmış, başı geriye yatık ve tüm ihtişamıyla duran adem elması açıkta figürüne baktı. Alt dudağını  ısırdığını fark etti, elleri şampuanlı bir şekilde onun saçlarında olmasaydı istemsiz onun dudağını dişlerinin arasından kurtarmak için yüzüne gidebilirdi.  

 

Suho kendinden geçmiş bir halde, dengesini korumaya çalışırcasına Sieun’un tişörtünün eteklerini kavradı. Eklemleri Sieun’un alt karnına değiyordu.

 

“İyi misin?” dedi Suho, gözlerini kapalı tutarak.

 

“İyiyim. Sen iyi misin?”

 

“Senin ellerindeyim,” diye mırıldandı Suho.

 

Köpükler saçlarına yayılırken, Sieun’un elleri ritmik bir şekilde hareket ediyordu ama kalbi düzensiz atıyordu. Avuçları Suho’nun saçlarının arasında gezinirken, baş parmakları istemsizce şakaklarına dokundu, sonra kulaklarının arkasına süzüldü. Bu kadar yavaş olmasına gerek yoktu. Ama içinden bir şey onun hızlanmasına engel oluyordu—ya da belki bilinçli olarak, her dokunuşu uzatmak istiyordu.

 

Maşrapayı tekrar kaldırıp Suho’nun saçlarını durulamaya koyuldu. Köpükler onun omuzlarından gövdesine, oradan da en mahrem yerine doğru akmaya başlamıştı. Üzerindeki boxer neredeyse tamamen ıslaktı, Sieun yeterince dikkatli bakmaya cesaret edemiyordu.

 

Sieun eline sabunu alıp iyice köpürttü, ellerini Suho’nun yüzünde ve boynunda dolaştırdı. Nazik olmaya çalışıyordu. Suho’yu tekrar duruladıktan sonra köşedeki lifi suya batırıp çıkardı. Islak life sabunu sürterek köpürttü.

 

“Ayağa kalkabilir misin?” kendi sesini tanımakta güçlü çekmişti. Boğazdan gelen bir hırıltılı gibiydi. Suho’nun kulaklarında bu değişimi fark ettiğinden emindi.

 

Suho sadece itaat etti, usulca ayaklandı.

 

“Arkanı dön.”

 

Yeni gelen emirle Suho arkasına döndü ve sırtını gözler önüne serdi. Pürüzsüz, diye düşündü Sieun. Tek bir leke, tek bir ben bile yoktu. Suho’nun başını duvara dayanmış, elleri duvara tutunmuştu. Sieun’nun emirlerini ikiletmeden yapması, içinde tarif edemediği bir hazzı uyandırdı. Her zaman boş boş konuşan, herkesi sinir edecek şeyleri söylemenin bütün yollarını bile, ukala Suho şimdi onun parmaklarının merhametine kalmıştı.

 

Köpüklediği lifi yavaş yavaş sırtında gezdirmeye başladı. Suho gözleri hala kapalı, nefes alış verişleri giderek yavaşlamış bir şekilde sessizce bekliyordu. Karşısındaki manzara itiraf etmek istemese de onun güney yönlerine kan pompalıyor, bütün hücrelerine uyarı sinyali yolluyordu. Sieun yine sertleşmişti.

 

Lifi aşağıya doğru hareket ettirirken Suho’nun sırılsıklam olmuş boxerından kalçalarını izledi. Artık donuk bakışları çekingenliği bir kenara bırakmıştı, düşünme yetisini kaybedeli bir düre geçmişti. Suho’nun derin derin nefesler aldığını, sırtının iniş kalkışlarından görebiliyordu. Onun nefes alış şekli bile Sieun’un beyin kimyalarını bozmaya başlamıştı, artık bacaklarının arasında zonklama hissetmeye başlamıştı.

 

“Suho-ya, bana dön.”

 

Suho kafasını duvardan kaldırmadan önüne döndü. Sieun’u yarı kapalı gözlerle yukarıdan izliyordu. Daha önce de boy farkları belirgindi ama şu an Sieun daha küçülmüş hissetti. Suho’nun gözlerinde tarifi imkansız bir bakış vardı.

 

Lifi omuzlarından, göğüslerine, yavaşca karın kaslarına ve tehlikeli olduğunu hissetti pelvis bölgesine doğru gezdirdi. Gözleri ıslaklıktan tenine yapışmış boxerına kaydı. Hayal gücüne bir şey bırakmıyordu, Suho’da en azın Sieun kadar uyarılmıştı.

 

Suho’nun karın kaslarına doğru kaydırdığı lif artık gereksizdi; sabun köpükleri çoktan erimiş, sadece sıcak tenin ve buharın ortasında çıplak bir gerginlik kalmıştı. Sieun’un elindeki lif titremeye başlamıştı. Elini durdurması gerekiyordu—en azından aklı böyle söylüyordu. Ama bedenin başka bir dili vardı ve o anda mantığa yer yoktu.

 

Suho başını biraz eğdi. Gözleri hala yarı kapalıydı ama bu bir uykusuzluk ifadesi değil, bastırılmış bir arzu gibiydi. Dudaklarını ısırdı. Gözlerini kaçırdı.

 

“Sieun-ah…” dedi, ama sonrasını getiremedi.

 

Bir sessizlik çöktü aralarına—yalnızca su damlalarının düşüşü duyuluyordu. Suho’nun boxer’ı artık suyu tamamen emmişti, ince kumaş bedenine yapışmış, her kıvrımı belirgin hâle getirmişti. Sieun’un gözleri oraya istemsizce kayarken kalbi tekliyordu. Cinsel çekim böyle mi hissettiriyordu? Midede bir baskı, kasıklarda bir ağrı, boğazda tutulmuş bir nefes?

 

Ama belki de en yoğun his, kafasının içinde yankılanan bunu yapmamalısın sesiyle ama istiyorum arasındaki çatışmaydı.

 

“İstersen… burada bitirebiliriz,” dedi Suho aniden. Sesi neredeyse fısıltıydı, ama içinde bir şeyleri bastırmaya çalışıyordu. Yine de, bu cümle aynı zamanda bir teklif  gibi  hissettirmişti. İstersen derken  sanki istemiyorsan gitme de diyordu.

 

Sieun’un gözleri Suho’nun gözleriyle buluştu. Bu bakışta ne utanma vardı ne de açık bir davet. Sadece çıplak bir dürüstlük.

 

Sieun bu kez lifi elinden bıraktı. İki eliyle Suho’nun kalça kemiklerine dokundu, parmak uçları boxer’ın lastiğine kadar süzüldü ama daha ileri gitmedi. Orada bekledi, Suho’nun teni altında atan damarı hissedene kadar. Suho’nun nefes alışverişi hızlandı. Kalçaları hafifçe gerildi. Sınırı aşmak üzere olduğunun farkındaydı, ama nasıl durması gerektiğini bilmiyordu.

 

Sieun’un elleri hâlâ Suho’nun kalça kemiklerinde duruyordu. Parmak uçları istemsizce hafifçe bastırdı, Suho’nun teninin altındaki ısınmış nabzı hissediyordu. Boxer’ın lastiğine kadar süzülmüş elleri, orada durmaya mecburmuş gibi kaldı. İkisinin de nefesi havadaki buhar gibi hızlanmış, görünür hâle gelmişti.

 

Suho yavaşça kafasını kaldırdı. Göz göze geldiler.

 

O an hiçbir şey söylenmedi. Belki söylenemezdi. Ama her şey gözlerinde yazılıydı. Suho’nun bakışlarında, tanıdık o maskeli gülüşün yerinde şimdi çıplak bir beklenti vardı. Kırılgan ve açık. Sieun’un gözleri ise şaşkındı, ama kaçmıyordu. İlk kez böyle bir bakışın içinde kaybolduğunu hissetti.

 

Yüzleri yaklaştı.

 

İkisinin de gözleri yavaşça kısıldı, dudakları birbirine teğet geçecek kadar yakınlaştı. Suho’nun alnı Sieun’un alnına hafifçe değdi. Nefesleri birbirine karıştı. Islak, buğulu bir havada tenleri birbirine dokunmadan bile temas etmiş gibiydi.

 

Ama ikisi de ileri gitmedi.

 

Dudakları birleşmedi. Nefesleri birleşti sadece.

 

Sieun-ah...” dedi tekrar, sesi bir inleme gibi çıkmıştı. Sieun bu sesle bacaklarının arasında zonklama hissetti. “Bu gözlerle bana bakma lütfen...” sesi kulağa çaresiz geliyordu. Sanki demek istediği şey aslında bu değildi ama aklından geçenleri söylemeye cesaret edemiyordu.

 

Cesaret eksikliği değil belki, ama… bilinmeyen bir sınırın ucunda duruyorlardı. Her şey bu kadar yeni ve savunmasızdı ki, bir adım daha atmaları hâlinde geri dönüşsüz bir şeye gireceklerini hissediyorlardı.

 

Suho gözlerini yavaşça kapadı, çenesini azıcık eğdi ama öpmek yerine sadece nefesini bıraktı Sieun’un yanaklarına. Sieun da elini Suho’nun kalçasından çekip kollarını tuttu. Suho’nun yorulmuş olabileceğinin farkındalığı geldi bir anda.

 

Konuşmak için ağzını açtı ama, kesik bir nefesten başka bir şey çıkmadı. Konuşmamaya karar verdi. Elleriyle Suho’yu tekrar tabureye yönlendirdi, Suho yine itaat etti. Onu sön kez köpükleyip duruladı, bu sefer işini büyük bir ciddiyetle yaptı çünkü Suho yorgundu. Onu bir an önce banyodan çıkarıp yatağına istirahat etmeye götürmesi gerekiyordu.

 

Notes:

🤡

Chapter 8: Saç Kurutma

Notes:

(See the end of the chapter for notes.)

Chapter Text

Odadaki hava serin ve ağırdı. Sieun nefes almakta güçlük çekiyordu. Bacaklarının arasında sırtı ona dönük, başı hafif eğik Suho oturmuş, saçlarının kurutulmasını bekliyordu. İşin en kötü yanı Sieun’un penisi hala istikrarlı bir şekilde sertti. Suho’nun onun sertliğine bu kadar yakın olması başını döndürüyordu. Sieun ona daha da yaklaşmak istiyordu, parmakları hala çıplak olan omuzlarında, saçlarının köklerinde gezmek için zorluyordu. Sinir uçlarının uyuştuğunu hissetti.

 

Saç kurutma makinesini açtı ve Suho’nun saçını kurutmaya başladı. Aralarındaki gergin çekim ikisinin de omuzları dik ve diken üstünde oturmasına sebep oluyordu. Seiun ellerini Suho’nun saçlarına daldırdı, daha iyi kuruması için saç kurutma makinesini tutarken saçlarını karıştırmaya başladı. Parmaklarının ucunda gezinen saçlar yumuşak ve kaygandı. Sieun bir an için avucuyla onları kavrayıp Suho’nun başını kendi yüzüne çekme dürtüsü hissetti. Dudaklarını tekrar kendi dudaklarının yakınında hayal etti. Nefesi kesilmişti, soluklanmaya çalıştı.

 

Ellerinin Suho’nun saçını güçlü bir şekilde kavradığını fark etti, istemeden onu biraz çekti. Suho’nun kafası kucağına doğru düşerken gözleri kapalı, ağzı aralık bir şekilde çıkardığı ses kulağından bütün vücuduna, oradan doğruca penisine gitti.

 

“Agh...” Sieun doğru duymuştu. Suho, şimdi başı tam sertliğinin üzerinde, inlemişti.  Sieun aklını kaçıracağından endişelenmeye başlamıştı.

 

Suho’nun yüzünde gezinen gözleri, dişlerinin arasındaki alt dudağında kaldı. Elindeki saç kurutma makinesini kapattı ve yanına bıraktı. Kontrolü dışında parmakları Suho’nun dudaklarını buldu, hafifçe alt dudağına dokunup dişlerinin arasından kurtardı.  

 

Suho’nun kapalı gözleri aralandı. Sieun gözlerinde gördüğü bakışla sanki alev aldı. Birbirlerine bakıyorlardı, Sieun’un eli hala Suho’nun dudaklarının üstündeydi.

 

 “Sieun-ah... ağlayacak gibi duruyorsun. Gözlerin beni deli ediyor,” dedi Suho. Sesi azgınlığını yansıtan bir halde, derin ve gırtlaktan çıkmıştı. Sieun onun da kendisi gibi olduğunu görünce biraz olsun endişeleri azaldı.

 

Ağzını araladı ama hala konuşacak durumda değildi. Suho’nun baskı yaptığı sertliği pantolonunun içinde seğirdi. Suho ona daha da sokuldu. Şimdi inleme sırası ondaydı. Penisine sürtünen baskıyla gözleri titredi, aralık ağzından daha önce hiç çıkarmadığı bir ses çıktı.

 

“Ahh.”

 

Suho’nun gözleri karardı, şimdi ona irileşmiş gözbebekleriyle bakıyordu. Bir an olsun bakışlarını kaçırmadılar. Suho’nun elini boynuna kalktı. Zorlayıcı olmayan bir sertlikle onu kendine doğru çekti. Saniyeler içinde dudakları birbirine değdi.

 

İlk temasla birlikte ikisi de inlemeye benzer bir ses çıkardılar. Suho onu sert bir şekilde öpüyordu. Sanki kendini kontrol etmekte zorlanır gibi bir hali vardı. Sieun’un alt dudağını iki dudağı arası  alıp emmeye başladı. Sieun’un başı dönüyordu, boğazından bir inleme daha kaçtı. Suho’nun onu öperken hareket eden başı sertliğine masaj yapıyordu. Penisinin ucu ıslanmaya başlamıştı, aklını kaçıracaktı. Sieun, Suho’nun şimdi çenesine düşmüş olan parmaklarıyla onu sıkıca kavradı ve kendine doğru çekti.

 

Suho bu çekişle dudaklarını araladı, Sieun dilini onun ağzına ittirdi. Bu harareti ona bir inleme daha kazandırmıştı. “Mmhgg,” Suho ağzının içine doğru inledi. Dilleri birbirine değiyordu. Sieun hayatında hiç deneyimlemediği bir hazzın derinliklerine inmeye başlamıştı. Ciğerleri tıkalı gibiydi, nefes alamıyordu ama şu an durmaktansa boğulup ölmeyi tercih ederdi.

 

Suho’nun kafası kucağından yükseldi, bir an için duracağında korktu ama beklediği olmadı. Suho pozisyonunu değiştirip ona doğru döndü. Penisinden kalkan baskıyla bir sızlanma sesi çıkardı, sanki gitme orada kal der gibi.

 

Suho, Sieun’un önünde diz çökmüş bir şekilde iki eliyle yüzünü kavradı. Onu kendine doğru çekip dudaklarını tekrar birleştirdi. Öpücüğü şimdi daha ıslak ve yavaştı. Sanki anın tadını çıkarmak ister gibi öpüyordu. Dili Sieun’un ağzından içeri kaydı, neredeyse gırtlağına değecekti. Sieun çaresizce bir inleme daha bıraktı, Suho’nun ağzı onu tamamen kavramıştı.

 

Suho duyduğu sesle birlikte boğazdan bir hırıltılı çıkardı. Yüzünü kavrayan elleri onu daha da kendine çekti. Bir el yavaşça kalçalarına kaydı, onu oturduğu yerden yatağın ucuna doğru çekti. Bu sefer penisine Suho’nun karnı değiyordu. Sieun’un kalçaları kendinden bağımsız bir şekilde ileri doğru seğirdi, kendini çıplak bedene bastırdı.

 

Başı dönüyordu. Ağlamak istiyordu. O kadar azmıştı ki kafasında tek bir düşünce bile yoktu. Tek bildiği Ahn Suho’ydu. Ahn Suho’nun elleri, Ahn Suho’nun dudakları, Ahn Suho’nun çıplak gövdesi.

 

Suho öpücüğü yavaş bir şekilde ayırdı. Gözleri kapalıydı. Dudaklarının arasında tükürükten bir köprü oluşmuştu.

 

Göz kapaklarının altındaki titremeyi Sieun fark etti. Onu izledi bir an, hiçbir yere değmeden, hiçbir şeyi hareket ettirmeden. Sadece baktı. Göğsü yükselip alçalıyordu.

 

Elleri hala Sieun’u kavrıyordu ama hafifçe gevşemişti. Havadaki nem, dudaklarının hâlâ nemli oluşu, sessizliğin ortasında birbirlerine tutunur gibi durmaları... Her şey fazla ağırdı.

 

“Ne yapıyoruz biz,” diye fısıldadı Sieun, ama sesini duyurmak için söylememişti. Daha çok kendine, ya da içinden geçen o bölünmüş hislere. Sesi kalın ve tırtıklı çıkmıştı.

 

Suho başını hafifçe eğdi. Dudaklarının kıyısında kırık bir gülümseme belirdi. Derin derin nefes alıp veriyordu. Her nefesinde bedeni Sieun’unkine değiyordu.

 

“Bilmiyorum,” dedi. “Ama yapmasaydım... daha kötü hissederdim.”

 

İçinde bir şey sıkıştı. Gözlerini kaçırmak istedi ama yapamadı. Suho’nun eli yavaşça kalçasından pantolonuna kaydı, sonra birden çekildi. Temas kesildiğinde oda biraz daha soğudu sanki. Sieun ürperdi.

 

Suho, kafasını onun dizlerine dayadı. İyice ona yaslanmıştı. Hâlâ Sieun’un tam önündeydi ama az önceki erotik temasları bitmişti. “Kahvaltı yapalım mı?” dedi birden. Sesi neredeyse neşeliydi, hatta biraz dalga geçer gibiydi.

 

Sieun yanıt vermedi. Nefesini düzene sokmaya çalıştı. Sonra başını yavaşça salladı. Ayağa kalktı ve mutfağa yöneldi. Bacaklarının arasında hala zonklama hissediyordu.

 

Sieun mutfakta tabaklara uzandığında, elleri hâlâ titriyordu. Ama kahvaltı hazırlamaya devam etti. Sıradan bir sabahmış gibi.

 

 

Notes:

ilk defa böyle bir şey yazdım nasıl olmuş?🤡

Chapter 9: Taxi Yolculuğu

Notes:

(See the end of the chapter for notes.)

Chapter Text

 

Seiun kahvaltıdan sonra yarın okul olduğunu ve ders çalışması gerektiğini söyleyerek Suho’nun evinden ayrıldı. Söyledikleri doğruydu, bahane olsun diye ürettiği yalanlar değildi. Ancak şimdi çalışma masasının loş ışığında, ders kitapları önündeyken düşünebildiği tek şey Suho’nun onu öpüşüydü. Arka planda oynayan konu anlatım videosunu kaç kere geri sarıp aynı yerleri dinlediğinden emin değildi, ama her seferinde anlatımın ortasında gözleri dalıyor ve zihni utanç verici anılara kayıyordu.

 

Kalemi elinden bırakıp sandalyesine yaslandı. Parmakları alnına doğru kayarken derin bir iç çekti. Videodaki hocanın sesi hâlâ konuşuyordu ama cümleler anlamını yitirmişti artık. Her şey flu geliyordu, tıpkı Suho’nun nefesinin dudaklarına değdiği o an gibi.

 

Gözlerini kapattı. “Sieun-ah... gözlerin beni deli ediyor.” Suho’nun sesi zihninde yankılandı. Bir ürperti omurgasından aşağı inip parmak uçlarına kadar ulaştı. Eli istemsizce defterin köşesini buruşturdu.

 

Bu kadar etkilenmemeliydim.

Ama etkilenmişti. Hem de öyle basit bir heyecanla değil. Sanki o öpücük, Suho’nun dokunuşu, tüm sinir uçlarını yeni baştan tanımlamıştı. Birine bu kadar açılmak… birine bu kadar karşılıksız bir güvenle dokunmak...

 

Düşüncelerinden sıyrılmak için kendini zorladı. Sandalyede doğrulup tekrar kalemine uzandı. Defterine bakmaya çalıştı ama harfler üst üste biniyor, satırlar dans ediyordu. Elini şakağına bastırdı.

Belki biraz su içerse toparlanırdı.

 

Mutfaktan dönerken telefonunu eline aldı. Ekran kilidini açmadan önce bile içinden bir mesaj gelmiş olmasını diliyordu. Ama ekran boştu. Suho yazmamıştı.

 

İçindeki boşluk daha da büyüdü. Sabahki sıcaklık, şimdi yerini soğuk bir sessizliğe bırakmıştı. Her şey fazla hızlı olmuştu. Fazla yakın. Fazla yoğun. Ve şimdi... fazla yalnızdı.

 

Ders çalışmaya dönmeye çalıştı ama parmakları deftere değil, telefona geri gitti. Mesajları açtı. Suho’nun adı oradaydı, en üstte. Sohbet penceresini açtı. Yazmakla yazmamak arasında kaldı. “Eve vardım” mı deseydi? “Sen nasılsın” mı? Hayır. Ekranı kapattı. Başını tekrar kitaplara çevirdi.

 

Kısa bir sessizlikten sonra, zihninin derinliklerinden bir soru yükseldi: Suho bunu unutur gibi mi davranacak?

 

Saat gece yarısını çoktan geçmişti. Kitaplar hâlâ açık, masa lambasıysa sönmemişti ama Sieun sayfaları çevirmeyi bırakalı epey olmuştu. Başını ellerinin arasına almış, uzun süredir kıpırdamadan oturuyordu.

 

Sonunda iç çekip sandalyesinden kalktı. Üzerini değiştirdi, banyoya uğrayıp yüzünü yıkadı. Aynaya baktığında kendini tanıyamadı. Gözleri biraz kızarmıştı. Uykusuzluk değil bu, başka bir şeydi. Başını eğip gözlerini aynadan kaçırdı.

 

Yatağına uzandığında battaniyeyi üzerine çekti ama kendini huzurlu ya da sıcak hissetmedi. Yastığa yaslanırken gözleri tavana takıldı.

 

“Bunu yapmasaydım... daha kötü hissederdim.” Suho’nun sözleri yine çınladı kulaklarında. Bu cümlede bir dürüstlük vardı, ama aynı zamanda belirsizlik de taşıyordu. Ne olduklarını tanımlamıyordu. Ne hissettiklerini netleştirmiyordu. Ve Sieun bundan nefret ediyordu.

 

Kendini bildi bileli kontrolü elinde tutmuştu. Ne yapacağını bilen, duygularını bastırmayı başaran, mesafeli biri olmuştu. Ama Suho’yla geçen her dakika, tüm bu alışkanlıkları tek tek bozuyordu.

 

Yatağın içinde bir yandan diğer yana döndü. Gözlerini kapattı. Olmadı.

Pozisyon değiştirdi.

Battaniyeyi sıyırdı.

Derin bir nefes aldı.

 

Kalbindeki sıkışma hâlâ geçmemişti. Kafasının içinde Suho’nun sesi, dokunuşu, bakışı tekrar tekrar dönüp duruyordu. Ve en kötüsü de… bunların hepsini özlüyor olmasıydı.

 

Telefonuna uzandı. Ekran kilidini açtı. Suho hâlâ yazmamıştı. Parmakları klavyeye gitti, ama bir şey yazmadan geri çekildi.

 

Yastığına sarıldı. Gözleri karanlığa daldı.

Yine de uyuyamadı.

Uyuyamayacaktı.

Suho’nun dudaklarını düşünerek, nefesini hatırlayarak, onun sıcaklığını özleyerek sabaha kadar dönüp duracaktı.

 

Kaç saat geçtiğinden emin değildi, gözleri hala tavandaydı. Sieun ağlamak istiyordu. Son zamanlarda hiç olmadığı kadar ağladığını fark etti. İşin komik tarafı, her seferinde ağlamasının sebebi Suho olmuştu.

 

Tam o anda odadaki cızırtılı sessizliği bozan bir şey oldu. Sieun’un telefonun ekranı yandı, bir bildirim sesi odayı doldurdu. Sieun yataktan hiç bu kadar hızlı doğrulmamıştı. Telefonu eline aldı, gözüne ilk çarpan şey saatin sabahın üçü olmasıydı. Gözleri hızlıca altındaki bildirime kaydı, Suho’dandı.

 

“Uyudun mu?”

 

Sieun kalbinin hızlanmaya başladığı j hissetti. Elleri ter içinde kalmış, nefesinin düzeni yerle bir olmuştu. Ne yazmalıydı? Yoksa görmezden gelip sabah evet uyumuştum mu demeliydi?

 

Titreyen elleri klavyede gezindi, parmakları asılı kaldı. Suho’da  onun gibi uyuyamamıştı. Bir anda endişe dalgaları içinde yayıldı, ya kötü bir şey olduysa?

 

Sieun hızlıca “Hayır,” yazıp göndere bastı.

 

Saniyeler içinde cevap geldi.

“Neden?”

 

“Bilmiyorum?” yalandı, ikisi de biliyordu. Dile getirmesi mümkün değildi ama sebebi belliydi.

 

“Sieun-ah, yalan söyleme.”

 

Sieun şeker çalarken yakalanmış bir çocuk gibi hissetti, Suho’nun böyle bir cevap vermesini beklememişti. Konuyu değiştirmek, odağı başka bir yere çekmek istedi. Vücudu sıcaklamıştı, terlemeye başladığını hissetti. Üzerindeki battaniyeyi kenara itti, nefes almak zorlaşmıştı.

 

“Sen neden uyuyamadın?” evet bu iyiydi, Suho’yu kendi kurşunuyla vurabilirdi. Açıklama yapmak zorunda kalan kendisi olmak istemiyordu, şimdi bir bahane bulmak Suho’ya kalmıştı. Ama gelen cevap hiç beklediği gibi olmadı.

 

“Sensiz uyuyamıyorum.”

 

Sieun’un kalbi teklemekten öte bir şey yaptı, bir kaç saniyeliğine durduğunda emindi. Göğsünde bir sıkışma hissetti, elini kalbine götürüp tişörtünün kumaşını kavradı. Canı yanıyordu, gerçekten fiziksel olarak acı çekiyordu. Suho komadayken hissettiği acının yanından geçemezdi ama ona yakın bir acıydı.

 

Sieun ne olduğunu bile anlamadan taksi çağırma uygulamasına girip bir araç çağırdığını fark etti, elleri kontrolü dışında hareket ediyordu. Beyninin ve vücudunun kontrolünü tamamen kaybetmişti. Hızlıca yataktan fırladı ve üstünü değiştirmeye başladı. Çantasına ders kitaplarını ve okul formasını tıkıştırdı.

 

Dakikalar içinde kapının önüne inmiş, taksiye biniyordu. Adresi verdikten sonra kendine geldi. Ben ne yapıyorum? Gerçekten Sieun ne yapıyordu? Taksinin içindeki serin hava onu kendine getirmişti. Yaptığı hareketin salaklığı yavaş yavaş, köşeli bir jeton gibi ona düşmüştü.

 

Bir kaç dakika sonra kendisini Suho’nun kapısının önünde dikilirken buldu. Artık olan olmuştu, geri dönmek daha saçma bir hareket olurdu. Telefonu cebinden çıkardı, mesaj uygulamasına girdi. Suho’yla sohbetlerine tıkladı. Tereddütle yazmaya başladı.

 

“Kapıyı aç.”

 

Mesaj görüldü oldu. Yaklaşık 2 dakika sonra kapı aralandı. Suho karşısında şaşkın ifadesiyle dikiyordu.

 

“Sieun-ah... Burada ne işin var?” sesi fısıltıya yakındı. Saat çok geçti, ya da erken emin değildi, büyükanneyi uyandırmak istemezlerdi.

 

“Bensiz uyuyamadığını söyledin,” dedi, o da fısıldıyordu. Sesi her zamanki gibi duygusuzdu ama bu sefer öyle olması için efor sarf etmişti.

 

“Sen de kalkıp buraya mı geldin? Sieun-ah... sen gerçekten manyaksın,” dedi, sesinde keyifli bir ton vardı. Sieun yaptığı harekete karşı ters tepki göstermesinden korkmuştu ama şimdi onun keyifli tonunu duyunca rahatladı. Omuzlarındaki gerginlik kalmıştı.

 

“Çok uykum var, uyuyalım,” dedi Sieun. İçeri girip ayakkabılarını çıkardı.

 

Sessizce odaya geçtiler. Suho ona yeni pijamalar çıkardı. Sieun banyoya geçip üstünü değiştirdi. Odaya tekrar girdiğinde Suho çoktan yatakta yerini almıştı. Sieun yanına gitti, bu sefer sırtı Suho’ya dönük bir şekilde yattı. Suho arkasında kıpırdandı, ona yaklaştı. Bir kolu Sieun’un beline gitti, onu kendine çekti, burnunu ense köküne dayadı. Boğuk bir sesle fısıldadı.

 

“İyi uykular Sieun-ah.”

 

Sieun hiçbir şey demedi. Sadece kendini Suho’ya bastırmakla yetindi. Gözlerini kapattı, huzurluydu. Sıcak bir his vücudunu sardı, ama bu sefer sabah hissettiği gibi kavurucu bir sıcaklık değildi. Sıcaklık onu bir battaniye gibi sarmaladı, yumuşacıktı. Göz kapakları yavaş yavaş ağırlaştı, dakikalar içinde uykuya dalmıştı.

 

°°°

 

Sabah gri bir ışık odanın içine sızıyordu. Sieun gözlerini yavaşça araladı. Başta nerede olduğunu anlamadı—yabancı ama tanıdık bir sıcaklık vardı etrafında.

 

Suho’nun kolu hâlâ belindeydi. Nefesi ense kökünde düzenli ve ağır. Uyuyordu.

 

Sieun dikkatlice hareket etti, Suho’yu uyandırmadan yatağın kenarına doğru kıvrıldı. Ayağa kalkarken bile istemsizce nefesini tuttu, sanki en ufak bir ses bu garip, yumuşak atmosferi bozacak gibiydi.

 

Pijamaları çıkardı, formasını giydi. Aynaya göz ucuyla baktı; saçları darmadağınıktı. Parmaklarıyla kabaca düzeltti. Çantasını alırken son kez yatağa döndü.

 

Suho hâlâ aynı pozisyondaydı, biraz daha yüzüstü dönmüş, saçları alnına yapışmıştı. Bir anlığına elini uzatıp onun saçını geriye itmek istedi ama yapmadı. Onun yerine, yavaşça kapıya yöneldi.

 

Kapı kolunu çevirmeden önce durdu. Sonra hafifçe başını çevirip arkasına baktı. “Ben gidiyorum,” diye fısıldadı. Suho uyanmadı.

 

Sieun kapıyı açtı, çıkarken bir an için ayakkabılarını giydiği yerde durdu. Sanki içeride bir şey bırakmış gibi hissetti. Sonra çantasını omzuna atıp sessizce merdivenlerden indi. Gün başlamıştı.

 

 

°°°

 

Sınıfın cam kenarındaki sıraya oturmuş, defterine bakıyordu ama hiçbir şey okumuyordu. Kalemi elinde döndürüyor, sayfanın kenarına küçük çizgiler karalıyordu. Dersi dinliyormuş gibi görünse de aklı başka yerdeydi. Uyandığı sabahı düşündü—Suho’nun uykulu hâlini, ardında bıraktığı sıcaklığı.

 

Kafasını iki yana salladı. Bugün normal bir gün olmalıydı.

 

“Yine birini öldürmeyi mi düşünüyorsun, Sieun?” Bu ses sadece tek bir kişiden gelebilirdi: Baku. Yüzüne kocaman, yaramaz bir gülümseme yayılmıştı.

 

 Sieun başını kaldırmadan cevapladı. “Hayır.”

 

Gotak hemen araya girdi. “Baku sabah sabah başlama yine. Daha günün ilk dersi yeni bitti.” Sonra ciddi bir yüz ifadesiyle ekledi: “Ama cidden Sieun, iyi misin? Gözlerin mor gibi biraz.”

 

Sieun kısa bir iç çekti. “Sadece kötü uyudum.” Yalan sayılmazdı.

 

Juntae o sırada sınıfa girmiş, üçlü grubun olduğu sıraya doğru yönelmişti. Kafasını hafifçe Sieun’a eğerek selam verdi, sonra Gotak’ın yanına oturdu. Sessizdi, henüz daha uyanamamıştı.

 

Bir sonraki ders ilerlerken Baku cebinden katlanmış bir kâğıt çıkardı ve Gotak’a verdi. Kâğıt kısa sürede Sieun’un önünde durdu. Üzerinde yamuk yumuk harflerle bir soru yazıyordu:

“SUHO NEREDE?”

 

Sieun kağıda baktı. Kalemiyle tek bir cümle yazdı:

“Evde.”

 

Sonra kâğıdı geri verdi.

 

Soru gelmemişti ama o cümle, Suho’nun yokluğunu somutlaştırdı sanki. O anda sınıf biraz daha soğudu, biraz daha sessizleşti. Suho burada olsaydı, mutlaka bir espri patlatırdı. Juntae’ye şaka yapar, Gotak’ı sinirlendirir, Baku’yu güldürürdü. Ama yoktu. Sınıfın dinamiği farklıydı. Eksikti.

 

Öğle arasında kantine indiklerinde kalabalık biraz daha yoğundu. Sieun tepsisini alıp bir kenara çekildi. Baku, Gotak ve Juntae üçü bir masaya yayıldı, konuşuyorlardı ama konular ilgisini çekmiyordu.

 

Baku bir anda döndü: “Sen Suho’yu daha mı çok PlayStation'u mu?”

 

Sieun duraksadı. Sonra başını çevirip ciddi bir ifadeyle, “PlayStation,” dedi.

 

Hepsi güldü. Kısa, içten bir kahkaha yayıldı masaya. Ama kahkaha bittiğinde, Sieun yine kendi sessizliğine döndü.

 

Suho’nun yokluğu onu melankoliye sürüklemiyordu ama bir alışkanlığın aniden eksilmesi gibiydi. Gölgesi bile onu rahat bırakmıyordu. Bu da onu yorgun yapıyordu.

 

Dersler boyunca notlar aldı, tahtaya baktı, öğretmeni dinliyormuş gibi yaptı. Gün saat saat akıp gitti.

 

Sadece çıkış zilinde, çantasını omzuna alıp okuldan çıkarken cebinden telefonunu çıkardı. Hâlâ sessizdi. Hiçbir mesaj yoktu. Ama bu sefer parmakları hızlıca ekranı kaydırıp Suho’nun ismini buldu.

 

“Ders bitti.” yazdı.

“Sen hala uyuyor musun?”

 

Bir saniye bile geçmeden gönder tuşuna bastı. Bu sefer cevap almayı beklemiyordu. Beklemekten yorulmuştu belki de. Ama yazmadan da edememişti.

 

 

 

Notes:

yeni bölümü ne zaman yetiştiririm bilmiyorum o yüzden bu bölümü uzun yazmaya çalıştım
iyi okumalar💕

Chapter 10: Durmamı Söyle

Notes:

(See the end of the chapter for notes.)

Chapter Text

 

“Ders bitti.”

“Sen hala uyuyor musun?”

 

Sieun’un gönderdiği mesajlar cebindeki telefonuna ağırlık yapıyordu. Sınıftan çıkmak için Juntae’nin toparlanmasını bekliyordu. Elleri çantasının askılarında yüzü Juntae’ye dönüktü. Sınıfın için neredeyse tamamen boşalmıştı o gün temizlik görevinde olanlar etrafında hareket ediyorlardı.

 

“Juntaee!! Hadisene ulaann, acıktım!” Baku bağırdı. Yanındaki Gotak onu kolundan yumrukladı, “Sus çocuğu germe,” diyerek Juntae’ye başıyla sen devem et işareti yaptı.

 

Sieun’un telefonun onlar tam sınıftan çıkarken titreşti. Bir anda kalbi hızlandı. Telefona bakmadan mesaj atanın Suho olduğunu biliyordu. Juntae yanlarında onlara bir şeyler anlatıyor, Gotak dikkatli dikkatli onu dinlerken, Baku sağa sola yumruklar savunarak yürüyordu.

 

Sieun telefonu eline aldı, kilidi açmadan mesajı okudu.

 

“Yaa Sieun-ah, sen beni ne sanıyorsun? Bu saate kadar uyuyacak mıyım?”

 

Sieun bu mesajın altında ciddi bir ton olmadığının farkındaydı. Hatta Suho’nun güldüğüne yemin edebilirdi. Bir mesaj daha geldi.

 

“Eve mi gidiyorsun? Ben de geleyim mi?” hemen ardından bir mesaj daha.

 

“Bugün sende kalabilir miyim?” ne kadar sürdü emin değildi ama mesaja baka kalmıştı. Telefonu tutan eli terlemeye başlamıştı, kafa tasının içinde beyni kimyasal reaksiyonlar veriyordu.

 

Elleri bir süre klavyenin üzerinde hayalet gibi dolanırken, okulun bahçesinden çıkmışlardı. Sieun önündeki yola doğru baktı, hızlı olursa yaklaşık on yedi dakikada evde olurdu. Yanında Juntae’nin yemeğe gitme muhabbeti yaptığını duyabiliyordu.

 

“Ben eve giidiyorum,” dedi sadece, onlara dönmeden. Hızlı adımlarla, neredeyse koşar adımlarla, durağa doğru yürümeye başladı. Arkada bıraktığı arkadaşlarının dumura uğradığından eminde. Bağrışmalarını, itirazlarını duyabiliyordu. Yürümeye devam etti.

 

Elindeki telefonu sıkıca tutup cevap yazdı.

 

“On yedi dakikaya evde olurum, taksi tut.” Düz, anlaşılır bir mesajdı. Amacına hizmet ediyordu. Beş saniye geçmeden yeni mesaj önüne düştü.

 

“Tamam.”

 

Başka bir şey gelecek mi diye bir süre baktı, gelmeyince telefonunu cebine atıp hızlı hızlı yürümeye devam etti. Otobüsü kaçırmaması gerekiyordu.

 

°°°

 

Sieun otobüse kıl payı yetişmişti, Juntae’yi beklerken fazla vakit kaybetmişti. Bir önemi yoktu çünkü şimdi tam tahmin etti gibi on yedi dakika sonra evinin önündeydi. İçeri girmemişti, kapıda Suho’yu bekliyordu. Duraktan buraya gelirken Suho’ya mesaj atmıştı basit bir “Nerdesin?”, Suho beş dakikaya geleceğini söyleyeli altı dakika geçmişti. Ama Sieun onun vakti doğru tahmin edebilecek biri olmadığının farkındaydı zaten.

 

Yaklaşık yedi dakikanın sonunda taksi kapıya yanaştı. Sieun kapıyı açıp Suho’nun çıkmasına yardım etti. Birlikte eve ilerlerken Sieun  ona bakmadan konuştu.

 

 “Ne yemek istersin?”

 

Suho’dan düşünür gibi bir ses çıktı. Bir süre kaşları çatık, ciddi ciddi bunu düşündü. Sonra yüzü aydınlandı, cevabı bulmuştu.

 

“Kızarmış tavuk ve Hot Dog!”

 

Sieun gözlerini devirdi. Şaşırmamıştı, Suho hep ilk okul çocuğu sağlıksız yemekleri severdi zaten. Asansöre girdiklerinde tek eliyle telefonu çıkardı, yemek uygulamasına girip sipariş verdi.

 

“Söyledim,” dedi, sesi alçaktı. Suho mutlu mutlu gülümsedi ve saçlarını karıştırdı.

 

°°°

 

Birkaç saat geçmişti, yemeklerini yedikten sonra ikisi de kanepede oturmuş, yaklaşık yirmi dakika Suho’nun hangi filmi izleyeceklerini seçmesini beklemişlerdi.

 

Suho kanepenin tam ortasında, bacakları aralık kafası kanepenin arkasına dayalı oturuyordu. Seçtiği film bir çeşit aksiyon-gerilim filmiydi. Sieun, Suho’dan kalan küçük boşlukta, kanepenin sol tarafında oturmuş, elleri kucağında ekrana bakıyordu. Gözleri televizyonda olmasına rağmen geriye kalan bütün duyuları sadece Suho’nun üzerindeydi. Suho’nun tanıdık kokusu, bacağına sürtünen bacağı, nefes alış sesleri, anılarında onu rahat bırakmayan dudaklarının tadı...

 

Dur. Sieun’un aklı kaymaması gereken alanlara kaymaya başlamıştı yine. Derin bir nefes verdi. Bir eli burun kemiğine gitti, ovuşturdu. Başı ağrımaya başlamıştı. Suho’nun kanepedeki kafasının oda doğru döndüğünü duyabiliyordu. Bakışlarına karşılık vermedi, sadece ekrana bakmaya devam etti. Filmden ne olduğunu sorsalar cevap veremezdi, gözleri açık olmasına rağmen tek gördüğü Suho’nun ıslak bedeni ve azgın yüzüydü.

 

“Sieun-ah,” dedi Suho, sesi yumuşacıktı. Bugün fizik tedaviye gittiğini söylemişti, yorulmuş olmalıydı.

 

Sieun ona döndü, göz göze geldiler. Bir şey demedi, devam etmesini bekledi. Suho iç çekti, sıkıntıda gözüküyordu. Sieun sebebinin kendisi olmamasını diledi, ama kendiyle alakalı olduğuna emindi.

 

“Sieun-ah, seni öpmek istiyorum,” sesinde çaresizlik vardı, küçük bir çocuk gibi gözüküyordu. Sieun dünyası dönmeyi bıraktı, ne karşılık vermesi gerektiğini bilmiyordu. Sadece ona bakmaya devam etti, gözlerinin ne anlattığını tahmin bile edemiyordu. Dudakları aralandı ama konuşma niyetiyle değil, yaşadığı şokla.

 

Suho bir anda doğruldu. Tek eli Sieun’un ensesine gitti, onu kendine doğru çekti. Öpüşmeye başladılar. Arkada filmin hala oynadığını duyabiliyordu ama sesler giderek boğuklaşıp kayboldu.

 

Öpüşü sertti, kararlıydı. Sanki bütün gün bunu beklemiş gibi öptü onu, belki de beklemişti. Sieun’un beli şimdi kanepenin koluna yaslanmıştı, Suho üzerine doğru eğilmiş bir vaziyetteydi. Pozisyonu hiç rahat durmuyordu ama umursar gibi bir hali yoktu, giderek daha da derin öptü. Sieun bir eliyle kanepenin arkasını kavradı, tırnakları kumaşa baskı uyguluyordu.

 

Suho dudaklarını bir kaç santim uzaklaştırdı, bir şey demek istedi ama yapamadı. Öpmeye devam etti, boştaki eli Sieun’un beline kaydı. Parmakları tişörtün üstünden bile derisini yakıyordu.

 

Tekrar çekildi, oturduğu pozisyonu değiştirdi. Tek dizini kanepede altına alıp tamamen Sieun’a döndü. Elleri hızlı hızlı hareket ederek Sieun’u kavradı, kendine doğru döndürdü. Sırtı artık tamamen kanepenin koluna dayanmıştı, bir bacağı Suho’yla arasında kaldı. Suho bacağını tutup uzattı, kanepeyle kendi bedeni arasında sıkıştırdı. Sieun’a yaklaştı, nefesleri birbirine karıştı. Sieun’un tek yapabildiği ıslak gözlerle onu izlemek oldu. Bir kukla gibi elinin altında hareket ediyordu. Beynine sis inmiş gibiydi, Suho’nun sıcak nefesi yüzünü okşuyordu.

 

Suho onu bir kez daha öptü. Bir el çenesine yükseldi ve dudaklarını aralaması için yönlendirdi. Suho dilini ağzına kaydırdı. Islak, kaygan, sıcak... Sieun’un bütün vücudu titredi. Suho’nun ağzına doğru bir inleme bıraktı.  

 

Suho ağzını dudaklarından ayırdı, yavaşça çenesine kaydırdı. Islak dudakları çenesine, yanaklarına öpücükler bırakmaya başladı. Sieun gözleri kapalı, başı hafif yukarı kalkık sadece durdu. Suho’nun vermeye ve almaya gönüllü olduğu her şeye razıydı. Vücudunun her hücresinde onun ismi yazılı olduğuna emindi, bütün atomları Ahn Suho diye bağırıyordu.

 

Suho boynuna yöneldi. Önce küçük öpücüklerle başladı. Burnu Sieun’un boynuna değiyordu, kafası yana eğilmişti. Masum öpücüklerinin yerini ağzı açık ıslak öpüşler aldı. Sieun’un nefesi kesildi. Son zamanlarda sıkça başına gelen bir şeydi, ciğerlerinin onu yarı yolda bırakmasından korkuyordu.

 

Suho boynunu yalamaya, dişlerini çok bastırmadan ısırıp çekiştirmeye başlamıştı. Sieun’un kafası geriye doğru düşmüş, sanki boynunu ona sunuyor gibi duruyordu. Aralık ağzından kesik kesik inlemeler çıktığının farkındaydı, utançta duysa kendini durduramıyordu.

 

 Suho dudaklarını teninden bir santim uzaklaştırarak konuştu: “Sieun-ah, durmamı söyle.” Sesi boğuk ve kalın çıkmıştı. Kendine zor hakim olduğunu söylemek mümkündü. Sieun konuşmadı, durmasını istemiyordu.

 

Sieun’un sessizliğinden cesaret alan Suho tekrar dudaklarına yöneldi. Elleri yüzünün iki yanından kavradı ve hafifçe yana yatırdı. Ağızları birbirine karışmıştı. Sieun yarın dudaklarının şiş ve kırmızı olacağından emindi. Suho onu ısırmaya, emmeye, sertçe kendini bastırarak öpmeye devam etti. Sieun bir kere daha kendine itiraf edemese de, azmıştı. Serleşmeye başladığını hissediyordu.

 

 Sieun’un elleri hala kitlenmiş gibi kanepeye dayalıydı, Suho’ya dokunmaya korkuyordu. Eğer dokunursa içinde bir şeylerin yerle bir olacağından emindi.

 

Suho’nun dudakları, son öpücüğün ardından bir kez daha yavaşça çekildi. Ellerini, hala Sieun’un yüzünün iki yanında tutuyordu. Başparmakları hafifçe onun elmacık kemiklerine bastırdı. İkisinin nefesi birbirine karışıyordu, ama hiçbir şey söylemiyorlardı.

 

Sieun’un gözleri hâlâ kapalıydı. Açmak istemiyordu. Göz göze gelirse, ağlamaya başlayacağından korkuyordu. Gözlerinde biriken ıslaklığı hissedebiliyordu.

 

Ama Suho ses çıkarmadı. Öpmeyi bırakmıştı, ama dokunmayı değil. Alnını yavaşça Sieun’un alnına yasladı. Tenleri birbirine değdi. Sessiz, sıcak, tedirgin bir temas.

 

Zaman bir anlığına sıkıştı. Sadece nefesler vardı.

 

Sieun yutkundu. Gözlerini açtı, ama Suho’ya değil, onun köprücük kemiğine baktı. Konuşmak istemiyordu. Konuşursa… bir şey kırılabilirdi.

 

Suho’nun parmakları yavaşça yüzünden kaydı, boynuna uzandı, oradan omzuna. Tekrar öpmeye başladı. Kısa bir öpücükten sonra tekrar geri çekildi. Sieun’nun yüzüne nefesi çarparken konuştu.

 

“Sieun-ah, konuşmayı sevmediğini biliyorum ama şu an gerçekten konuşmana ihtiyacım var,” dedi. Kesik bir nefes alıp devam etti: “Bunun nereye gitmesini istiyorsun? Yani... sen ve benden bahsediyorum.”

 

Sieun emin değildi. Şu an yaptıkları tam olarak ne oluyordu? Fuckbuddy mi? Sanmıyordu, çünkü teknik olarak sadece bir kaç kere öpüşmüşlerdi. Eskiye dönüp hiçbir şey olmamış, aralarındaki cinsel çekim yokmuş gibi davranmak mümkün müydü? Değildi. Geriye dönüşü olmayan bir noktaya gelmişlerdi. Peki tam olarak ne hissediyordu?

 

Kesin olarak bildiği tek bir şey vardı, Suho’suz yaşayamazdı. Suho’yu tekrar kaybetme düşüncesi bile başını döndürüyor, kalbini sıkıştırıyordu. Suho’nun olmadığı bir hayatta yaşamaktansa ölmeyi tercih ederdi. Peki Suho da onun hakkında böyle mi düşünüyordu? Emin değildi, öyle olduğunu umuyordu.

 

 

Sieun başını hafifçe öne eğdi. Bir şey söylemek istiyordu ama kelimeler dilinin ucuna geldiği anda tekrar boğazına takıldı. Gözleri hâlâ Suho’nun köprücük kemiğine odaklıydı, göz göze gelmemek için bilinçsizce direniyordu. Sessizlik dayanılmaz bir hal almıştı, Suho yerinde kıpırdandı.

 

“Sieun-ah,” dedi tekrar, bu sefer sesi daha yumuşaktı, daha az talep kâr, daha çok kırılgan. “Bir şey demesen de olur… Ben soracağım sen de başınla bana cevap ver tamam mı? Lütfen.”

 

Sieun başını salladı, bu kadarını yapabilirdi. Suho için daha fazlasını bile yapabilirdi, sadece gücü kalmamıştı.

 

“...Beni yanında istiyor musun?”

 

Suho’nun sesi fısıltı kadar hafifti ama Sieun’un kulağında çınladı. O an etraftaki her şey silindi. Sadece o soru, o ses, o gözler kalmıştı. Birkaç saniye boyunca hareketsiz kaldı. Gözleri Suho’nun köprücük kemiğine odaklıydı hâlâ. Sonra yavaşça başını yukarı aşağı salladı. Evet.

 

Suho’nun dudakları titredi. Gülümsemeye çalıştı ama gözleri bu gülümsemeyle aynı dili konuşmuyordu. İçinde biriken bir korkunun sızısı vardı orada, bir şeyin hep ellerinden kayıp gideceğinden eminmiş gibi.

 

“Peki…” dedi yutkunarak, “...sana iyi geliyor muyum?”

 

Bu soru, ilkinden daha zordu. Sieun’un başı hafifçe geriye çekildi. İyi gelmek… Suho ona iyi geliyordu, evet, ama aynı zamanda başını döndürüyor, dengesini bozuyordu. Onunla birlikteyken kendini bir fırtınanın ortasında hissediyordu. Ama bu fırtınayı sevmişti.

 

Bir an daha düşündü ve sonra, yine başını salladı. Evet. Suho ona iyi geliyordu. En azından başka hiç kimsenin yapamadığı bir şekilde ona ulaşabiliyordu.

 

Suho gözlerini kapattı. Uzun bir iç çekiş duyuldu. Başını bir anlığına Sieun’un omzuna koydu, sonra geri çekildi.

 

“Bir soru daha soracağım, tamam mı?” dedi ve bu sefer bakışları daha ciddiydi. Sesinde gizlemeye çalıştığı bir korku vardı. “Sonra sustum. Sadece... lütfen dürüst ol.”

 

Sieun’un boğazı düğümlendi. Ama başını bir kez daha salladı. Dinliyordu.

 

“Bu... sadece bedenimizle ilgili değil, değil mi?”

 

Bu sefer cevap hemen gelmedi. Sieun’un kalbi sıkıştı. Gözleri hâlâ doluydu ama artık bakışlarını kaçırmıyordu. Suho’ya baktı. Uzun uzun baktı. Kalbinin içinde bir şey kıpırdadı.

 

Başını bir kez, net bir şekilde yukarı aşağı salladı. Hayır, sadece bedenleriyle ilgili değildi. Hiçbir zaman öyle olmamıştı.

 

Suho bir an gözlerini kapattı. Sanki içinde tuttuğu bir şeyi bırakmış gibi bir nefes verdi. Sonra başını eğdi, alnını tekrar Sieun’un alnına dayadı.

 

“Teşekkür ederim,” dedi sadece. Fısıltıyla. Sanki daha fazlası gereksizdi.

 

O an konuşmak gerekmiyordu. Her şey yerli yerindeydi.

 

Suho’nun parmakları tekrar Sieun’un yüzüne uzandı. Bu kez daha yavaş, daha nazik hareketlerle. Hiçbir yere aceleleri yokmuş gibi. Bu dokunuşta arzu değil, şefkat vardı.

 

Bir süre sustular. Sonra Suho, nefes alır gibi hafifçe mırıldandı: “Ben… seni böyle yanımda istiyorum.” Kelimeler çok basitti, ama içinde başka bir şey saklıydı.

 

Sonra omuzlarını hafifçe silkti, belli belirsiz bir sesle ekledi:

“İstersen.”

 

Sustu yine. Fazlası yoktu.

 

Sieun uzun süre bakakaldı ona. O cümleyi zihninde tekrar etti. Cevap vermesi gerekmiyordu belki, ama eli kendi kendine hareket etti. Suho’nun elini tuttu. Sadece tuttu. Suho başını eğdi. Hafifçe gülümsedi ama gözleri ciddiydi.

 

Sieun ona doğru uzandı, bu kez dudaklarını birleştiren kendisi oldu. Bir süre daha öpüştüler ama öpüşlerinde yatan duygu farklıydı. Yavaş ve yumuşaktı. Sieun’un kalbi sıcacık olmuştu, huzurluydu. Kafasında dönen tilkiler kaybolmuştu. Artık Suho’yu öperken endişeli hissetmiyordu, tam tersi dingindi.

 

Bir süre sonra ayrıldılar. İkisi de nefes nefese, yorgun. Suho kendini kanepeye doğru yasladı, eski pozisyonuna geri dönmüştü. Sieun’un gözleri onun üzerinde gezindi. Bacaklar ayrık, kafası geride. Dudakları kırmızı ve ıslak... O kadar güzeldi ki Sieun’un başını döndürüyordu. Sessizce ekrana bakıyordu, çoktan kapanmıştı.   Otomatik kapanma süresi dolmuş olmalıydı. Yüzünde tatlı bir tebessüm vardı, rahatlamış gözüküyordu.

 

Sieun kanepede kıpırdandı, sırtını arkaya yasladı. Suho’nun bacağı bacağına değiyordu. Yorgun hissediyordu, gözleri kapandı. Uykusu vardı. Yaşadığı duygusal savaş ve fiziksel yoğunluk bütün enerjisini emmişti. Kulaklarında Suho’nun tatlı sesi yankılandı.

 

“Hadi uyuyalım.”

 

Gözlerini açmadan kafasını sallı. Uyuma zaman gelmişti gerçekten. Daha fazla direnemezdi. Yavaşça ayağa kalktı, banyoya yöneldi. Aynadaki yansımasına bakınca dehşete kapıldı. Yüzü kıpkırmızı, dudakları şiş, gözleri yaşlı ama en korkuncu boynunda oluşmaya başlamış diş izleri ve morluklar... Yarın ne yapacaktı, böyle insan içine nasıl çıkacaktı?

 

Sieun bıkkın bir nefes bıraktı. İçeri döndüğünde Suho hala bıraktığı yerde oturuyordu. “Suho, sen deli misin? Ben yarın nasıl okula bu halde gideceğim?” sesi monotondu ama gözleri büyümüştü.

 

Suho ona döndü, gözleri önce yüzünü sonra boynunu taradı. Pişmiş kelle gibi sırıtmaya başladı, açık bir şekilde durumdan keyif alıyordu. “Özür, özür. Bir daha yapmam.”

 

Sieun sadece ona baktı. Yorgundu, tartışmak istemiyordu. Tekrar iç çekti odasına doğru ilerledi, Suho arkasından onu takip etti.

 

 

°°°

 

Üslerini değiştirip yatağa girdiler. Suho bir kolunu Sieun’un başının altına koymuş, diğer koluyla belini sarmıştı. Sieun’un kafası onun gövdesindeydi, her nefesinde kokusunu içine çekiyordu. Bacakları birbirine karışmıştı, Suho’nun bacağı iki bacağının arasındaydı. Sieun elini aldırıp Suho’nun gövdesini sardı, diğer eli ikisinin arasında mahsur kalmıştı. Rahattı, mayışmıştı. Bedenleri arasında bir santim bile mesafe yoktu, tamamen yapışıklardı.

 

Suho yerinde kıpırdandı. “Bir saniye,” diyerek hareket etti. Sieun’un boğazından itiraz eden bir ses geldi, Suho’nun tişörtünün eteklerinden tutup kendine çekmeye çalıştı. Dudakları aşağı büküldü, muhtemelen elinden şekeri alınmış çocuk gibi gözüküyordu. Suho sadece hafifçe doğruldu ve tişörtünün yakasından çekip vücudundan sıyırdı. “Özür dilerim. Geldim, geldim. Buradayım,” dedi eski pozisyonlarına geri dönerken. Sieun’u kendine çekti, iyice bastırdı. “Çok sıcakladım, dayanamadım.”

 

Sieun’un burnu şimdi onun çıplak gövdesiyle direkt temastaydı. Daha da sokuldu, burnu iki göğüs kasının arasında sürtündü. Derin bir nefes aldı, Suho’nun kokusunu soludu. Tam o anda, bunun onun cenneti olduğunu düşündü. Ona özel bir cennet...

 

Derin bir uykuya dalmadan önce son duyduğu şey Suho’nun soluduğu huzurlu nefes oldu.

 

Notes:

AAAAA
sonraki bölüm çok eğleneceğiz🙂‍↕️🤡

Chapter 11: Sivri Sinek

Notes:

(See the end of the chapter for notes.)

Chapter Text

Uyandığında ilk fark ettiği şey sıcaktı. Göğsüne yaslanmış bir ağırlık, boynuna dolanmış bir kol, bacaklarının arasına sıkışmış bir başka bacak. Suho. Hâlâ uyuyordu. Sieun başını kaldırmadan gözlerini açtı. Hafifçe nefes aldı. Suho’nun göğsü her nefeste yavaşça inip kalkıyordu. Boynunun hemen altındaki nabzı hissedebiliyordu. Gözlerini kapattı tekrar. O ana ait olmak istiyordu bir süre daha. Göz kapaklarının ardında bile Suho’nun varlığı rahatlatıcıydı.

 

“Günaydın,” diye mırıldandı Suho, sesi kısık ve uykuluydu.

 

Sieun cevap vermedi ama burnunu onun göğsüne sürdü. O da bir tür günaydındı. Suho gülümsedi, alnını Sieun’un saçlarına bastırdı. “Kımıldama, iki dakika daha…”

 

Sieun kımıldamadı. İtirazı yoktu.

 

Bir süre öyle kaldılar, sessiz. Nefesleri birbirine karıştı. Sonra saat geldi çattı. Sieun yavaşça yatağı terk etti, Suho'nun kolunu nazikçe kenara itti. Suho tekrar uykuya daldı.

 

Sieun üstünü giyinip odaya geri döndü, masasından bir kalem ve yapışkanlı not kâğıdı buldu.

“Kalkınca su iç. Yemek de ye.
— Sieun”
yazdı. Suho’nun telefonunun üzerine yapıştırdı.

 

Sonra bir kez daha Suho’ya göz attı. Gözlerini bile kırpmadan onu izledi birkaç saniye. Sessizce kapıyı kapatıp çıktı.

 

°°°

 

Zil çalar çalmaz sınıfta uğultu yükseldi. Sandalyeler gıcırdadı, insanlar sıradan kalktı, sınıfın kapısı ardına kadar açıldı. Sieun, hâlâ yerinden kıpırdamamıştı. Kalemini avucunda döndürüp duruyordu, gözleri tahtaya sabitlenmişti ama bir şey okumuyordu.

 

Birkaç saniye içinde gelirler, diye geçirdi içinden. Baku ses yapar, Gotak kapının pervazına yaslanır, Juntae sessizce yanına oturur. Rutin. Artık onların varlığı yorgunluk değil, rahatlık veriyordu.

 

Tahmin ettiği gibi, kapıdan önce Baku geldi.

 

“Sieun! Krallığın nasıl gidiyor? Bugün de millete tepeden bakmaya devam mı?”

 

Arkasından Gotak ve Juntae geldi. Biri kıkırdadı, biri iç çekti. Sieun başını kaldırmadan cevapladı:

 

“Hayır.”

 

Gotak hafif eğildi, Sieun’un boynuna dikkatlice baktı. Sonra sahte bir ciddiyetle geri çekildi. “Seninle bir şey konuşmamız lazım. Fakat önce elindeki kalemi usulca bana ver.”

 

Sieun başını kaldırdı. Gözleri donuktu. Yüz ifadesi değişmemişti ama içinden hafif bir iç çekiş geçti. Evet, başlıyordu. Dün olacağını tahmin ettiği senaryo şimdi yaşanıyordu.

 

“Öncelikle,  seni boğazlamaya ya da öldürmeye çalışan birileri yok değil mi?” dedi Baku, yüzünü ciddi tutmaya çalıştığı belliydi ama dudakları titriyordu. Sieun gözlerini devirmemek için zor tuttu. Boş gözlerle Baku’ya bakmaya devam etti.

 

“Olmadığını biliyorsun,” sesi her zamanki gibi monotondu.

 

Gotak kıkır kıkır gülerken, Juntae de kısık bir gülümsemeyle Sieun’un yanındaki sıraya ilişti.  Gözleri kaçamak şekilde Sieunun boynunada bir yukarı bir aşağı gidip geliyordu. Baku hâlâ ayakta, teatral bir şekilde odanın ortasında dolanıyordu.

 

“İyi de,” dedi Baku, elini çenesine götürüp düşünür gibi yaparak, “eğer biri seni öldürmediyse, o zaman bu…”

Parmağıyla Sieun’un boynuna doğru bir daire çizdi.

“…tam olarak nedir? Vampir saldırısı mı? Uykuda düşüp lambaya çarpman mı? Sivri sinek mi? Yoksa, aman Allahım, bir tutku anı mı?”

 

Sieun’un gözleri hafifçe daraldı. Yüzünde hâlâ bir mimik yoktu ama bakışlarında belli belirsiz bir bıkkınlık ifadesi belirmişti. Sieun ölmek istiyordu, utancından bütün vücudu alev almıştı. Suho’nun karnına bir yumruk geçirmek istiyordu. Tabi ki yapamazdı, canını yakma düşüncesi bile üzülmesine sebep oluyordu.

 

“Baku, her an boğazına sivri bir şey saplanabilir. Bence sus,” dedi Gotak, yüzü içine içine gülmekten kızarmıştı. En az Baku kadar o da bu durumdan keyif alıyordu.

 

Sieun bir şey söylemedi, kafasını önündeki deftere çevirdi. Ne diyebilirdi ki zaten? Bu durumdan kurtulma şansı yoktu. Herkes boynundaki izlerin nasıl olduğunu biliyordu. Suho... Herkes Sieun’un ona olan zaafını biliyordu, belki de kendi bile farkında olmadan onlar olayı çözmüştü.

 

Bir şey patlayacak gibiydi. Sessizliği, teninde hâlâ yanmaya devam eden izlerin utancı değil de, başkalarının onları görmüş olması bozuyordu. O anlar, o sabah, Suho’nun göğsünde geçirdiği o sıcak, ağır sessizlik — şimdi sınıfın ortasında herkesin gözü önünde didikleniyordu.

 

Suho bunu umursamazdı. Belki gülümserdi. Belki kasıtlı bile yapardı. Sieun’un gözlerini kapatıp yüzünü elleriyle örtmemesinin tek sebebi, onlara o lüksü vermek istememesiydi.

 

Gotak kolunu Baku’nun omzuna atıp onu geriye çekti. “Tamam artık, yeterince eğlendik. Bu çocuğun sabrı taşmadan geri çekiliyoruz.”

 

Baku itiraz edecek gibi oldu ama sonra başını sallayıp sıraya döndü. “Ben sadece halkı bilgilendiriyorum,” diye mırıldandı.

 

Juntae, Sieun’un yanına biraz daha sokuldu. “Merak etme, bir süre sonra geçer.”

 

Sieun ona baktı. Göz göze gelmeleri bir saniyeyi bulmadı ama o tek saniyede Juntae’nin aslında onu anlamaya çalıştığı belliydi. Dalga geçmiyordu. Bir şey soracak gibiydi ama vazgeçti.

 

Dersten önceki son birkaç dakika sessiz geçti. Kalem tıkırtıları, sandalye kıpırtıları arasında, Sieun yine defterine dönmüştü. Ama sayfalar boştu.

 

Zil çaldığında, sınıf yeniden doldu. Öğretmen içeri girdi. Konu başladı. Kelimeler havada uçuştu. Ama Sieun’un aklı hâlâ sabahın serinliğinde, yataktan çıkmadan hemen önceki o son andaydı.

 

Suho’nun nefesi. Onun kendisini tutuşu. Hiçbir şey söylemeden, her şeyi anlatan o sıcaklık.

 

O anın gerçeği, şimdi sınıfın floresan ışıkları altında kırıla kırıla başka bir şekle bürünüyordu. Sorguya, espriye, alaya. Ama o hâlâ gerçekti. Ve Sieun bunu unutmamaya karar verdi.

 

Defterin bir köşesine, görünmeyecek kadar küçük bir nokta koydu. Siyah mürekkep. Belki sadece bir leke. Ama o anın içinde kalmanın bir yolu.

 

Geriye yaslandı. Dersi dinliyormuş gibi yaptı. Baku kıpırdanıyor, Gotak fısıldıyordu. Juntae başını önüne eğmişti. Ve hiçbir şey olmamış gibi, gün devam etti.

 

Ama bir şey değişmişti. Ve bu, geri dönüşü olmayan türdendi.

 

°°°

 

Dersin bitmesinin ardından sınıf hızla boşalmaya başlamıştı. Sandalyeler sürünüyor, çantalar kapanıyor, herkes koridora akıyordu. Sieun, sırasına dirseklerini yaslamış çantasını yavaşça toplarken Baku yanı başında belirdi.

 

“Sieun,” dedi keyifle, “bugün sende takılalım mı? Playstation atalım. Gotak’la iddiaya girdik, kim kaybederse bütün gruba yemek ısmarlayacak.”

 

Sieun çantasını omzuna aldı, başını hafifçe sarsarak, “Olmaz,” dedi kısa.

 

Baku bir an durdu, sonra suratını buruşturup yüzünü ona çevirdi. “Neden? Evde biri mi var?”

 

Sieun’un cevabı gecikmedi. “Suho bende.”

 

Baku’nun omuzları düşerken ağzı da istemsizce büküldü. Dudaklarını uzatarak mızmız bir sesle söylendi: “Ama o senin kadar sıkıcı değil ki! Onunla PES oynarken en azından bağırabiliyorum. Hem sıkılıyordur bütün gün evde biraz neşesi yerine gelir”

 

Sieun ifadesizce baktı, ne kızdı ne güldü.

 

Baku çoktan telefonunu çıkarmıştı bile. Ekrana Suho’nun ismini dokundu, hoparlörü açtı.

 

“Suho!” dedi sesi abartılı dramatik, “dostum. Bu akşam Sieun’a gelecektik ama bizi istemiyor. Ama eğer sen evdeysen—ki olduğunu biliyorum— uğrayacağız, kabul ediyorsun değil mi?”

 

Telefonun öteki ucunda Suho’nun yarı uykulu, yarı kıkırdayan sesi duyuldu. “Ne diyorsun ya sen… Gelin tabii, ben de sıkıntıdan patlıyordum.”

 

Baku hemen telefonu indirdi, döndü Sieun’a. “Bak! Onay aldık. Artık direnemezsin. Resmen Suho senin evinde senden daha misafirperver.”

 

Sieun, göz ucuyla ona baktı.

 

Gotak ve Juntae ikisi birden gülmeye başlamıştı. Juntae başını iki yana sallayıp, “Tamam o zaman, önce yiyecek bir şeyler alıp gidelim. Ben acıktım,” dedi.

 

Sieun cevap vermedi. Ama yürürken çantasının kayışını omzunda düzeltip ileriye baktı. Gözlerinde bir değişiklik yoktu. Baku bir anda “Gimbap!” diye bağırdı.

 

Gotak başını sağa sola sallayarak “Sen ne yüzsüz adamsın. Önce zorla kendini davet ettirdin şimdi de yemeği sen mi seçiyorsun. Sus da Sieun seçsin onun evine gidiyoruz,” dedi. Baku’yu sinirlendirmek için dediği belliydi, yüzünde kocaman bir gülümseme vardı.

 

Juntae onaylarcasına başını salladı. “Gotak haklı, bugün Sieun karar versin.”

 

Şimdi hepsi bir yandan yürüyüp, bir yandan ona bakıyorlardı. Sieun’un yemekle arası çok yoktu, Suho’nun aksine. Suho ne yemek isterdi acaba? Sieun telefonunu çıkardı, bugün ilk defa bakıyordu. Suho'dan sekiz tane mesaj gelmişti, hepsi fotoğraftı. Günün farklı saatlerinde gönderilmişti. Fotoğraflara bakmadan önce mesaj yazdı:

“Ne yemek istersin?”

 

Anında cevap geldi: “Jajangmyeon.”

 

Sieun başını telefondan kaldırmadan konuştu “Jajangmyeon,” dedi. Yanında her şeyi gören Juntae sırıtıyordu. Baku ve Gotak ise onaylayan bir kaç mırıltı bıraktı.

 Sieun önden önden yürümeye başladı. Arkasındaki üç kişi artık onun evine gidiyordu. Ve o, izin vermişti. Sessizce. Her zamanki gibi.

 

°°°

 

Otobüse bindiklerinde Sieun mesajları tekrar açtı. Suho’nun gönderdiği sekiz fotoğrafa bakmaya başladı. İlk fotoğrafta Suho yatakta saçları dağınık bir şekilde, gözleri yarı kapalı, gülümseyerek bir selfie çekmişti. Sieun’un gözleri onun tatlı yüzünden çıplak vücuduna kadar fotoğrafın her köşesinde gezindi.  Bir sonraki fotoğrafı açtı, Suho sabah bıraktığı yapışkanlı kağıt alnına yapıştırılmış bir şekilde su içiyordu. Sonrakinde yemek yiyordu. Sıradaki fotoğrafta Sieun’un odasındaki aynada tek kolunun kaslarını sıkmış, vücudu hala çıplak poz vermişti. Bir sürü bu tarz fotoğraf vardı. Sieun hepsine tek tek baktı.

 

Çok tatlı, diye geçirdi içinde. Kalbi sıkışmıştı.  Bir anda onu çok özlediğini hissetti.

 

Otobüsün camından dışarı baktı bir süre, gözleri gördüklerini değil, hatırladıklarını izliyordu. Suho’nun sabahki mırıldanması, yumuşak nefesi, saçlarının ensesine düşüşü… Hepsi bir anda geri geldi. Fotoğraflara dönüp tekrar bakmak istedi, kendini durdurdu. Kalbi zaten yeterince çarpıyordu.

 

Bir bildirim sesiyle irkildi. Telefonun üst kısmında Suho’nun adı belirdi:

“Aynadaki pozlarımı silmediğini söyle lütfen.”

Yanında bir üzgün surat emojisi vardı.

 

Sieun istemsizce gülümsedi. Yavaşça yazdı:

“Silmedim.”

 

Gülümsemesini gizlemek için yüzünü tekrar cama döndü. Keyifi yerindeydi.

 

°°°

Eve geldiklerinde Baku direkt zili çaldı, Suho kapıyı açarken gülümsüyordu. Baku ona baktı, yüzünde şeytani bir gülümsemeyle “Naber lan sivrisinek?” dedi.

 

Suho kafası karışmış göründü “Huh?” dedi. Şimdi kaşları çatılmış, üst dudağının tek tarafı yukarı çıkmıştı. Yanından geçerken gülüştüler. Gotak en son geldi. Suho’nun tam yanından geçerken “Sieun’un boynunu diyor,” dedi. Suho boynunu kaşıdı, kulaklarına kadar kızardı. Yorum yapmadı. Sieun yerin dibine girdi.

 

 Baku, Gotak ve Juntae hemen salona dağılmıştı. Baku televizyonu açtı, Gotak mutfağa göz gezdirdi, Juntae kanepeye yığıldı. Her zamanki gibi, ev sanki onlarınmış gibi davranıyorlardı. Ama Sieun kalabalığın ortasında bir anlığına Suho’yla göz göze geldi. Kısa, sessiz bir bakıştı. Sadece ikisinin anlayacağı türden.

 

“Üstümü değiştireceğim,” dedi Sieun, kimseye özel olarak bakmadan.

 

Odasına yöneldi, kapıyı arkasından hafifçe çekti ama kapatmadı. Tişörtünü çıkardı, saçlarını düzeltti. Dolaptan bir başka üst çıkardığı sırada, kapıdan gelen hafif bir tıklama duydu.

 

Sonra Suho’nun sesi geldi. “Fotoğraflarımı beğendin mi?”

 

Sieun hafifçe irkildi ama belli etmedi. Üstüne geçirdiği t-shirt’ün altından cevapladı, sesi sakin ama kasıtlı şekilde ifadesizdi. “Hayır.”

 

Kapı aralandı. Suho’nun yüzü göründü önce, ardından yavaşça içeri girdi. Değneklerini kullanarak, dikkatlice yürüyordu ama ifadesi kararlıydı. Gözleri doğrudan Sieun’un üzerindeydi.

 

“Yalan söyleme,” dedi Suho. Sesi derinden, boğuk bir sıcaklıktaydı. Nefesinin tonunda gülümseyen bir ciddiyet vardı.

 

Sieun dönüp ona baktı, yüzünde mimik yoktu ama gözlerinin içine dolan şeyleri gizlemek zordu. Kıpırdamadı.

 

Suho biraz daha yaklaştı, adımları yavaş ama kararlıydı. Değnekleri yere dokundukça hafif bir ses çıkıyordu. Aralarındaki mesafeyi azaltarak devam etti.

 

“Seni bütün gün beklemek çok zordu,” dedi yavaşça. “Özledim.”

 

Sesindeki çatlak, sadece dikkat edenin duyabileceği türdendi. Son adımını da attı, artık çok yakındaydılar. Yüzü Sieun’unkine yaklaşırken gözlerini onun gözlerinden ayırmadı.

 

Sieun hâlâ hareketsizdi. Ne geri çekildi, ne de yaklaştı. Ama gözlerinde kaçamayacağı bir şey vardı artık. Sieun aradaki son boşluğu da kaldırdı.

 

Başını eğdi ve onu öptü.

 

Yavaş, yumuşak bir öpücüktü bu. Zorlanmadan ama ciddiyetle. Dudakları Suho’nun  dudaklarında durduğunda, odanın tüm sesleri kaybolmuş gibiydi. Sadece kalp sesleri, belki bir de aralarındaki o sessiz kabul kalmıştı. Sieun bir elini kaldırıp Suho’nun tişörtünü tuttu, onu iyice kendinde çekti. Öpüşünü derinleştirdi.

 

Tüm gün bu anı beklemişti, bütün vücudu gevşedi. Bacaklarının titremeye başladığına emindi ama görmezden geldi, ıslak bir şekilde öpüşmeye devam ettiler. Saatler sonra bey tekrar susmuştu, sabah ki huzurlu anı gibi.

 

Kapının arkasından gelen didişme sesleri anı bozdu. Suho geri çekildi, dudaklarının arasındaki tükürük süzüldü. Nefes nefese kalmıştı, Suho da ondan aşağı kalır vaziyette değildi. Sieun boğazından kaçan bir sızlanmayla Suho’nun dudaklarını takip etmeye çalıştı. Suho ona bakarak kıkırdadı.

 

İçeriden Baku’nun bağırışını duydular.

SIEUN-AH! YEMEK SOĞUYOR HADİ LAN!”

 

Sieun iç çekti, Baku haklıydı. Gereğinden uzun süredir içeridelerdi. Suho ona bakıyordu, yüzünde kocaman bir gülümseme vardı.

 

“Devamı daha sonra,” dedi, gözlerinde hınzırlık vardı. Sieun’a doğru eğildi, dudaklarına son bir öpücük kondurup kapıya yöneldi.

 

Sieun’un kalbi tekledi, devamı derken?

 

°°°

 

Yemekten sonra PlayStation oynamaya başlamışlardı. Gotak  Baku’yu yendikten sonra Suho’ya meydan okumuştu ve onu da yenmişti. Baku da Suho da onun hile yaptığını iddia ettiler. Sieun gayet ciddi bir sesle “Gotak hile yapmıyor, siz kötüsünüz,” demişti. Onlar da Sieun’u oynamaya zorlamıştı.

 

 Sieun kendini elinde oyun koluyla yerde Gotak’ın yanında,  Suho’nun bacaklarının arasında otururken bulmuştu. Tam arkasında koltukta Suho oturuyordu, bacakları aralık ve elleri Sieun’un omuzlarında. Juntae koltuğun diğer köşesinde Sieun’un hepsinin içinden geçebileceğinden bahsediyor, Gotak’ın yanında yerde oturan Baku onunla tartışıyordu.

 

Oyuna başladılar, Sieun bu oyunu ilk defa oynuyordu, alışması ve tuş kombinasyonlarını anlaması gerekiyordu. Doğrusu şimdiye kadar kötü olduğu bir oyun olmamıştı o yüzden kazanacağına emindi. Arkasında Suho’nun omuzlarını sıkıp kulağına doğru eğildiğini hissetti.

 

“Hadi bebeğim, yapabilirsin,” diye fısıldadı, diğerlerinin onu duymadığına emindi.

 

Sieun’un kulakları yandı, omuzları istemsizce kasıldı. Gözlerini ekrandan ayırmadı ama parmakları anlık bir gecikmeyle tuşlara bastı.

 

“Sus,” diye mırıldandı, sesi kısık ama içinde bir şeyleri bastırmaya çalışan bir sabırsızlık vardı.

 

Suho hafifçe güldü, başını Sieun’un boynunun içine gömdü bir anlığına. Sıcak nefesi, terle karışmış tenine değdiğinde Sieun’un tüyleri diken diken oldu.

 

Ekranda karakteri aniden düşman saldırısıyla yere serildi. Juntae tezahürat yaptı, Gotak zafer çığlığı attı.

 

“Ay ne oldu bizim strateji dehasına?!” diye bağırdı Baku, dizine vurarak gülüyordu.

 

Sieun ifadesizdi ama yüzünün rengi sanki bir ton koyulaşmıştı. Suho’nun parmakları yavaşça omzunda gezinmeye başlamıştı, köprücük kemiğine doğru çok hafif kayıyordu. Dışarıdan bakıldığında zararsız görünüyordu ama Sieun’un sinirlerini delik deşik etmeye yetiyordu.

 

“Bırakır mısın?” dedi soğuk bir sesle, hâlâ ekrana bakarak.

 

“Şşşt,” dedi Suho usulca, dudakları onun kulağına değerek, “konsantre olman lazım.”

 

Sieun kolu ileri fırlattı, karakterini yeniden canlandırdı. Bu sefer saldırıya geçti, birkaç hamlede Gotak’ın karakterini köşeye sıkıştırdı.

 

“Oo! Geri mi dönüyor yoksa?” dedi Juntae.

 

“Bizimki intikam moduna geçti galiba,” diye fısıldadı Baku, Gotak’ın suratına bakarak.

 

Ama kimse Suho’nun yavaşça Sieun’un boynuna eğilip oraya minik bir öpücük kondurduğunu görmedi.

 

Sieun neredeyse kolu bırakacaktı. Kalbi o kadar hızlı atıyordu ki, başı dönmeye başlamıştı. Bir anlığına bütün odadaki sesler bulanıklaştı, görüntüler titredi. Gözlerini kırpıp kendine geldi, ekrana odaklandı, dişlerini sıktı.

 

Gotak’ın karakterine son darbeyi indirdiğinde tüm oda bir anda bağırdı.

 

“IEE!!”

“NASIL YENDİ YA!?” “BENİM KALBİM DURDU!”

 

Sieun başını hafifçe sola çevirdi. Suho’nun gözleriyle buluştu. “Kötü olduğunuzu söylemiştim,” dedi, sesi biraz titremişti ama Suho dışında kimse fark etmedi.

 

°°°

 

Bir kaç tur daha oyun oynandı, her seferinde farklı kombinasyonlarla. Sieun şimdi koltukta, Suho’nun yanında oturmuş, kafası  arkaya dayalıydı. Suho kolunu omzuna atmıştı, teninin sıcaklığı vücudunu sarmalamıştı. Arkadaşlarının didişmeleri kulağına bir ninni gibi geliyordu. Üzerine ağırlık çökmüştü. Gözleri yavaş yavaş ağırlaşıyordu. Suho’nun eli saçlarına gitti, yavaş yavaş masaj yapmaya başladı.

 

Sieun gözlerini tamamen kapattı. Suho’nun parmakları saç diplerinde gezinirken, vücudundaki tüm kaslar gevşedi. Arkadaşlarının sesleri hâlâ arka planda vardı ama artık hiçbirini ayırt edemiyordu. Baku’nun yüksek sesi, Gotak’ın kahkahaları, Juntae’nin bitmek bilmeyen taktik yorumları — hepsi birbirine karışıp uzak bir uğultuya dönüşmüştü.

 

Suho başını ona doğru eğdi, dudakları Sieun’un şakağına değdiğinde Sieun ürperdi ama kıpırdamadı. Nefesi düz, kalbi ritminde olsa da içinde büyüyen o ağır duyguyu bastıramıyordu: huzur. Belki ilk defa, hiçbir şeyi analiz etmeye çalışmadan, olduğu gibi bir şeyin içine gömülebiliyordu. Başı Suho’nun omzuna düştü.

 

“Uyudu mu?” diye bir ses geldi kanepenin diğer ucundan, Juntae.

 

Suho elini kaldırmadan, Sieun’un saçlarına bakarak gülümsedi. Parmağını dudaklarına götürüp diğerlerine “şşşt” işareti yaptı. “Uyuyor gibi duruyor,” dedi kısık bir sesle. “Ama tetikte. Her an oyuna geri dönebilir.”

 

Juntae bir şey söylemek ister gibi oldu ama Baku koluna vurdu. “Bırak lan çocukları, romantik sahne var orada. Kes sesi,” dedi alçak sesle ama sahte bir ciddiyetle.

 

Gotak sırıttı, “Bu sahneyi milyon da bir görebiliriz, Sieun uyuyor... bence oturup bunu izleyelim,” dedi.

 

“Sen zaten kim uyusa izliyorsun,” diye karşılık verdi Baku ve herkes yine kahkahayla patladı.

 

Sesler yükseldiğinde Suho eliyle bir kez daha susturmaya çalıştı ama gülümsemesi büyümüştü.

 

Sieun hâlâ gözlerini açmamıştı ama yüzündeki huzur bozulmamıştı. Suho başını hafifçe onun başına yasladı. İçinden geçenleri bastıramıyordu: Burada, bu kalabalıkta, arkadaşlarının ortasında ama sadece onunla, sadece Suho’nun nefesiyle baş başaydı.

 

“Yarın sabah kalkamayacak ama,” dedi Gotak, “şimdiden uykuya geçtiyse.”

 

“Sieun sabahları zaten zombi gibi oluyor,” dedi Baku.

 

“Yalnız,” dedi Juntae, “bu çocuklar bizim yanımızda birbirlerine böyleyse. Dikkatli olalım, bir sabah kalkarız evlenmişler.”

 

“Evlenmişler mi?” diye kıkırdadı Gotak. “İyi bari, en azından birlikte PlayStation oynayacak bir çift tanırız.”

 

“Ya da kavga ederler ve bizim konsol ikiye bölünür,” dedi Baku.

 

Bu sefer kahkahalar daha yüksekti. Ama Suho gülmedi. Sieun’un başını okşarken kısık bir sesle fısıldadı: “Kalkıp şimdi sizi kalemle bıçaklamadığına dua edin.”

 

Ne kadar süre öyle durdular emin değildi ama bir süre sonra tuvaleti gelmişti. Normalde bu anı bozmamak için tutardı ama tutabilecek gibi gözükmüyordu. Yavaşça doğruldu, gözlerini araladı. Suho ona soru soran gözlerle bakıyordu. “Tuvalete gitmem gerek,” diye sessizce mırıldandı.

 

Suho hemen kolunu gevşetti, ama elini Sieun’un sırtında birkaç saniye daha tuttu. O kısa temasta bile bir şey söylemeye çalışır gibiydi — “hâlâ buradayım” der gibi. Sonra geri çekildi, onun kalkışını izledi.

 

Sieun yavaşça ayağa kalktı. Uykuyla gevşemiş bedeni hafif dengesizdi ama toparlandı. Odadaki ışık, yumuşak bir sarılıkta, yüzüne vuruyordu. Göz kapakları hâlâ ağırdı, ama kafası açıktı. Tuvalete doğru ilerlerken, arkasında kalan sessizlik dikkatini çekti. Normalde arkadaşlarının durmadan şakalaştığı, bir şeyler söylediği o ortamda şimdi belli belirsiz bir sessizlik vardı. Adımlarının sesi, halının üstünde bile hissediliyordu.

 

Kapıdan çıkarken Juntae fısıldadı, “Ooo, zombimiz uyanmış.”

 

“Şşşt, ayin bozuldu,” dedi Baku aynı tonda, ama yüzünde hâlâ gülümseme vardı.

 

Gotak abartılı bir dramatiklikle ellerini başının üstüne koydu. “Ve masal burada bitti…”

 

Tuvaletten döndüğünde odanın ortasında durdu, PlayStation çoktan kapatılmıştı. “İçecek bir şeyler ister misiniz?” diye sordu. Hep bir ağızdan onaylayan sesler geldi. Mutfağa yöneldi, arkasından Gotak yardım için geliyordu.

 

Dört tane soda ve bir muzlu süt çıkardı. Muzlu süt sevmedi ama Suho’nun favorisi olduğu için düzenli olarak alıyordu. İçecekleri içeri taşıdılar. Herkes sodalara uzanırken Suho muzlu sütünü aldı, dile getirmeye gerek bile olmayan bir sessiz antlaşmaydı.

 

Baku şişesine bakarken sinsi sinsi güldü, aklından bir şeyler geçtiği kesindi.

 

“Hadi doğruluk mu cesaret mi oynayalım.”

Notes:

bölümleri giderek uzatmaya çalışıyorum ama yayınlamak biraz daha uzun sürüyor haliyle <3

Chapter 12: Doğruluk mu Cesaret mi?

Notes:

(See the end of the chapter for notes.)

Chapter Text

Baku’nun teklifiyle odada kaos çıkmıştı, Gotak onunla dalga geçmeye çalıştı ama Baku eğer oynamazsa adam olmayacağımı söyleyince sustu. Gururu salak bir oyundan daha önemliydi.

 

Sieun daha önce hiç doğruluk mu cesaret mi oynamamıştı. Kimsenin buna şaşıracağını sanmayarak “Ben hiç oynamadım,” dedi, sesi neredeyse kaosun içinde kayboldu. Herkes bir anda kafasını ona çevirdi. Daha sonra Baku: “Aslında biliyor musun... sen olunca dediğin kulağa mantıklı geliyor,” diyerek odadaki gerilimi aldı. Hep bir ağızdan gülüşmeler duyuldu. Sieun olduğu yerde sadece onları izledi, gözlerinin içinin güldüğünü bir tek Suho fark etti.

 

Orta sehpanın çevresinde bir daire şeklinde oturdular. Tam yanında çaprazında Suho oturmuştu, gözleri onu izliyordu. Sieun tekrar yalnız kalmalarını o kadar çok istiyordu ki, istemsiz arkadaşlarına gıcık olmaya başlamıştı. Onları tabi ki kovacak değildi ama, bu oyun ne zaman bitecekti? Henüz başlamamıştı bile...

 

Gotak boş bir şişe bulup ortaya koydu. “Çeviriyoruz,” dedi. “Şişe kime dönerse, o ‘doğruluk’ ya da ‘cesaret’ seçiyor. Basit.”

 

Baku şişeyi kaptı, çevirdi. Şişe, yavaşlayarak Juntae’yi gösterdi.

 

“Doğruluk mu cesaret mi?”

 

“Cesaret,” dedi Juntae, kendinden emin.

 

“Seni tembel yaratık,” dedi Baku. “Annene gay olduğunu, ve onu böyle de sevmesi gerektiğini mesaj at.”

 

“Sen şeytansın.”

 

“Oyun bu.”

 

Kıkırdamalar arasında Juntae telefonu aldı. “Gönderdim,” diye mırıldandı. “On saniyeye arar.”

 

Sıra tekrar döndü. Bu sefer şişe Gotak’ı gösterdi.

 

“Doğruluk.”

 

“Bu odadakilerden birine hiç aşık oldun mu?” diye sordu Juntae, sırıtıyordu.

 

Gotak gözlerini kıstı. “Ne biçim soru bu...”

 

“Eee?”

 

Gotak herkese sırayla bakıp, son olarak Suho’da ve Sieun’da biraz fazla oyalanarak omuz silkti.

 

“Avukatım yanımda değilken konuşmam,” dedi. Odada bir “oOOoOo” sesi yükseldi.

 

“Kesin evet bu,” dedi Baku.

 

Gotak ona dik dik baktı, “Yok bu sen malsın demek,” dedi. Baku ona tekme yemiş yavru köpek gibi baktı.

 

Kahkahalar tekrar yükseldi. Şişe döndü. Bu sefer tam ortada durdu—Suho ve Sieun’un arasında.

 

İkisi de birbirine baktı.

 

“Hmm,” dedi Baku, keyifle. “Bence bunu Sieun alsın.”

 

Sieun göz kırpmadan, “Olur,” dedi.

 

“Doğruluk mu cesaret mi?”

 

Sieun gözlerini hafifçe Baku’ya çevirdi. “Cesaret.”

 

“Ooooooh!” dedi Juntae.

 

Gotak ellerini ovuşturdu. “Sıradaki tur boyunca, şişe tekrar sana gelene kadar, birinin kucağına oturmanı istiyorum.”

 

Baku hemen el kaldırdı. “Benim! Benim!”

 

“Hayır,” dedi Suho düz bir sesle. Kafası hafif öne eğikti ama ciddi gözüktüğünü görmek mümkündü. Suho çok nadir ciddi gözükürdü.

 

Oda bir anda sustu. Sonra Gotak kahkahayla patladı. “Tamam tamam, sakin ol kardeşim.”

 

Sieun bir şey demedi. Ayağa kalktı, sessizce Suho’ya doğru yürüdü ve hiç tereddüt etmeden onun kucağına oturdu. Suho bir an şaşırdı, sadece çok kısa bir an. Sonra kolları doğalca Sieun’un beline dolandı. Modu tekrar yerine gelmişti.

 

Diğerleri gördükleri sahne karşısında şaşkınlıkla kitlendiler. Kimse Sieun’un gerçekten birinin -Suho’nun- kucağına oturmayı kabul edeceğini düşünmemişti. Olayın garipliğini yansıtan gülüşmeler duyuldu. Sieun ise hiç etkilenmemiş görünüyordu. Eylemine karşıt yüzü her zamanki Sieun’du.

 

“Tam bir film sahnesi,” dedi Juntae, ağzındaki sodayı zor yutmuştu. “Yakında kıyamet kopmaya başlar,” sesinde yapay bir korku vardı.

 

Baku, başını yana eğip sanki dramatik bir piyano sesi dinliyormuş gibi yaptı. “Tatlı bir solo... ‘kucakta sevda’ isimli bir eser.”

 

Suho başını çevirmedi ama yüzünde hafif bir gülümseme vardı. Sieun ise tepkisizdi—görünürde. Ama kulakları hafifçe kızarmıştı, Suho’nun dizlerinin üstündeki ağırlığını dengelemek için elleri farkında olmadan onun kaçlasına dayanmıştı.

 

Şişe yeniden döndü.

 

Baku.

 

“Doğruluk,” dedi, hiç düşünmeden.

 

“En son ne zaman gerçekten utanıp kıpkırmızı oldun?” diye sordu Juntae, hemen atladı.

 

Baku gözlerini devirdi. “Geçen hafta duşta şarkı söylerken annem kapıyı açtı. Sadece şarkı değildi. Dans da ediyordum.”

 

“Allahım ben nasıl orada değildim!,” diye bağırdı Gotak. “Ne söylüyordun?”

 

Baku başını öne eğdi. “...Beyoncé.”

 

Oda gülmekten ikiye katlandı.

 

Suho yavaşça başını Sieun’a yaklaştırdı. Dudakları onun kulağına değmeden önce durdu, fısıltıya yakın bir tonda konuştu: “Rahat mısın?”

 

Sieun, gözlerini karşıdaki duvarda bir noktaya dikmişti. Başını biraz çevirip onunla göz göze geldi. “Mhm,” dedi, onaylayarak. Ama sesi fazla düz çıkmıştı.

 

Suho’nun el parmakları, Sieun’un beline değdiği noktada, ritmik bir biçimde küçük daireler çiziyordu. O kadar belirsizdi ki dışarıdan kimse fark edemezdi. Ama Sieun’un bedeninde yankısı büyük olmuştu—içten içe geriliyordu, ama uzaklaşmıyordu da.

 

Şişe tekrar döndü. Gotak.

 

“Cesaret,” dedi neşeyle.

 

“Tamam,” dedi Baku. “Şimdi kalk, balkon kapısına git ve dışarı ‘Ben çamaşır suyuyum, hepinizden beyazım!’ diye bağır.”

 

“Yemin ediyorum içtikleri şeylere bir şey katılıyor,” dedi Gotak, ayağa kalkarken. Balkon kapısına yürüyüp görevini yerine getirince odada alkışlar koptu.

 

Bir sonraki turda şişe Suho’yu gösterdi.

 

“Truth or dare?” dedi Juntae, gözlerini kısarak.

 

Suho bir anlık tereddütten sonra, “Doğruluk,” dedi.

 

Juntae sırıtıyordu. “İçimizden biriyle tek başına bir hafta tatile çıkman gerekse, kimi seçerdin?”

 

Gözler bir anda Suho’ya çevrildi. Herkesin bakışı meraklı, kışkırtıcı.

 

Suho yanıt vermeden önce bir süre sessiz kaldı. Sonra gözlerini Sieun’un gözlerine dikti. “Tahmin etmek zor değil herhalde,” dedi sakin bir gülümsemeyle.

 

Baku bağırdı, “SIEUN!”

 

Sieun hiçbir şey demedi. Ama gözleri hafifçe kısıldı. Suho’nun bakışlarından kaçmadı. Onu izledi, yüzündeki yumuşak ifadeyi, gözlerinin köşesindeki o küçük kıvrımı, dudaklarının kıpırtısını.

 

Yalnız olmayı diledi. Tam şu an Suho’yla baş başa olmayı diledi. Suho’nun kucağında olduğuna inanamıyordu. Sırtının dayalı olduğu gövdeden yayılan sıcaklık onu terletiyordu, ama soğuk ecel terleriydi.

 

Suho’nun seçiminin ardından ortalık bir süre daha şamata içinde geçti. Herkes hâlâ Sieun’un kucağa oturmasını sindirmeye çalışıyordu. Şişe dönüyor, görevler saçmalaşıyor, Juntae Baku’nun dizine makyaj yapıyor, Gotak saçına mandal takıp “güzellik gurusu” gibi poz veriyordu.

 

Ama ne olursa olsun, dikkatler hep bir şekilde o dairenin bir noktasına kayıyordu—Sieun ve Suho’ya. Sieun yerinden kalkmamıştı. Şart gereği öyleydi ama kimse itiraz etmiyordu. Belki kimse cesaret edemiyordu.

 

Şişe tekrar döndü, Sieun’un boş yerinde durdu. Teknik olarak sıra tekrar ona gelmişti, Suho’nun kucağından kalkabilirdi. Bu durum onu biraz rahatsız etmişti. Suho’nun sıcaklığı bütün vücudunu sarmışken onu bırakmak istemiyordu. Yapması gerekeni yaptı, tepkisiz bir şekilde kalkıp yerine döndü.

 

Suho’dan mutsuz bir sızlanma duyuldu, “Kim çevirdi o şişeyi, bir dayağı hak etti.” Sieun onun yüzüne baktığında çocuk gibi dudak büküp somurtuğunu gördü. Çok tatlıydı, Sieun cutness aggression hissetti. Suho’yu öpmek için bütün vücudu savaş veriyordu. Sieun dışarıdan tepkisiz kalmaya devam etmek için kendini kastı ama...

 

...Suho’nun suratındaki o çocukça, abartılı somurtma henüz silinmemişti ki, Sieun’un dudaklarının kıyısından bir şey sızdı.

 

Bir gülümseme.

 

Minik. Yarım. Kırılgan ama orada.

 

Ve görüldü.

 

Önce Baku fark etti. Şaşkınlıkla parmağını uzattı, sanki karşısında nadir bir doğa olayı görmüş gibi.

 

“GÜL-DÜ,” dedi.

 

Odadaki herkes bir anda sustu.

 

Juntae, gözlerini kocaman açtı. “Hayır... hayır, ben şu an hayal mi görüyorum?!”

 

Gotak, başını yana eğdi. “Dur, bu... bu gerçek mi? Biri bana tokat atsın!”

 

Baku hızla Gotak’a vurdu.

 

Juntae gözlerini kısmış, dikkatle Sieun’a bakıyordu. “Gülümsediğine emin miyiz? Belki sadece nefes aldı?”

 

“Hayır hayır!” dedi Baku, ayağa kalkmıştı artık. “Ben bu anı yaşamak için kaç yıldır bu arkadaş grubunda kalıyorum. Şahit oldum! Bu bir gülümseme!”

 

Sieun, herkesin yüzünü ona dönmesiyle birlikte kendini sahnede gibi hissetti. Gülümsemesi silindi—ama iş işten geçmişti.

 

Suho, yanındaki yerine geri oturmuş olan Sieun’a döndü, başını hafifçe yana eğerek fısıldadı: “Yakalandın.”

 

Sieun gözlerini ona dikti. Donuk görünmeye çalışıyordu ama gözbebekleri hala güldüğünü ele veriyordu. “Hayır,” dedi.

 

“Evet,” dedi Suho hemen.

 

“Kanıt yok.”

 

“Onlar var,” diye başıyla diğerlerini işaret etti. “Tanık çok.”

 

Baku iki elini havaya kaldırdı. “Ben şahitliğimi mahkemede veririm. Gerekirse yemin de ederim. Yeon Sieun gülümsedi. Sadece Suho’ya değil... hepimize!”

 

Gotak ellerini göğsünde birleştirdi, dramatik bir şekilde, “Kardeşim... şaka maka bu gerçekten olduysa... biz artık eski biz olamayız.”

 

Juntae ağlamaya başlamış gibi yaptı. “Bu bir milat... Benim küçük, soğuk, buz gibi Sieun’ım büyüdü…”

 

“Bir sonraki turda ağlatırız artık,” dedi Baku. “Önce güldü, sırada duygulanmak var.”

 

Sieun gözlerini kapattı, burnundan sessizce nefes aldı. Hayattaki en büyük hatası bu insanlarla aynı odaya girmek olabilirdi.

 

Ama Suho gülümsüyordu. Gözlerinde minnetle karışık bir sıcaklık vardı. Onunla gurur duyuyormuş gibiydi. Sanki diğerlerinin şamatasını umursamıyordu—yalnızca o gülümsemeyi görmüş olmak yetmişti. Sieun başını yana çevirdi, o saçma şamata arasında sadece onun gözlerinin içine baktı.

 

“Tamam oyunu kaynatmayalım, Sieun’a soru soracaktık,” dedi Baku, ciddi gözükmeye çalışan bir ifadeyle.

 

“Doğruluk mu cesaret mi?” dedi Baku, gözlerini kısıp bekledi. Oda yeniden sessizleşmişti. Herkes bir kez daha Sieun’a döndü.

 

Sieun, başını çevirip Baku’ya baktı. Bir anlığına hiçbir şey söylemedi. Sonra gözleri yeniden Suho’ya kaydı, onun yüzündeki hâlâ devam eden o yumuşak, anlayışlı ifadeye takıldı.

 

“Doğruluk,” dedi. Sesi düz ama netti.

 

Baku bu cevabı beklememiş gibiydi. Kaşlarını kaldırdı. “Vay...”

 

Juntae hemen araya girdi. “Bir dakika! Bu çok nadir bir fırsat, soruyu dikkatli seçmeliyiz.”

 

“Lütfen yine ‘kime aşıksın’ gibi ergen sorular sormayalım,” dedi Gotak. “Adam zaten daha az önce gülümsedi. Vücudu bu kadar duyguya alışık değil, fazla gelir.”

 

“O zaman şöyle yapalım,” dedi Baku, yavaşça ileri eğildi. Gözleri kısılmıştı. “Suho kucağındayken bir noktada onu öpmek istedin mi?”

 

Sieun’un vücudu fark edilmesi zor bir şekilde gerildi. Sessizlik. Göz ucuyla Suho’ya baktı. Suho’nun yüzü herhangi bir beklenti taşımıyordu—sadece dikkatle, sakince onu izliyordu. Orada olduğunu hatırlatıyordu.

 

“Hayır,” dedi Sieun.

 

Odadan toplu bir “Aaaaahhh!” sesi yükseldi, karışık bir tepkiydi. Reddedilmiş bir beklentiye miydi, yoksa bu kadar net bir cevaba mı—belirsizdi.

 

Ama Suho, başını hafifçe salladı, hafifçe güldü. “Yalan söylüyor,” dedi fısıltıyla. Tekrar dudak bükmeye dönmüştü. Çok tatlı, fazlasıyla tatlı.

 

Diğerleri şimdiden şişeyi yeniden çevirmeye başlamıştı. Kahkahalar, yorumlar, Baku’nun saçına bu kez üç mandal takılması arasında ortam yeniden dağılıyordu.

 

Ama o çemberin kenarındaki iki kişi—birbirinden yalnızca bir kol mesafesinde oturan, biraz önce o kucakta geçen dakikaların gölgesinden çıkamamış olan—onlar için oyun bambaşka bir şeydi. Bir satranç maçıydı neredeyse. Her cümle bir hamle. Her bakış bir tehdit. Her gülümseme bir tuzak.

 

Suho, parmaklarını tekrar Sieun’un sırtına götürmek istiyormuş gibi ama götürmemeye direniyormuş gibi ellerini kıpırdattı. Sieun’un ise içinden yükselen duygular bastırılamaz bir dalga gibiydi artık.

 

°°°

 

Vaktin giderek geç saatlere ilerlemesiyle herkes mayışmıştı. Şişe dönmüyordu artık, sadece boş kutular, ezilmiş yastıklar ve kahkahalardan arta kalan bir sıcaklık vardı odada. Sohbetler gevşemiş, herkes yavaş yavaş koltuklara, halıya yayılmıştı. Juntae esnerken kollarını iki yana açtı.

 

“Eve gidelim artık çok uykum geldi.”

 

Gotak telefonuna bakarken konuştu: “Gidemeyiz, otobüsler çoktan bitmiş,” sesi uykulu geliyordu.

 

Sieun onlara baktı, arkadaşlarını geç saatte sokağa atacak hali yoktu. Annesi hiçbir zaman doğru düzgün eve gelmezdi zaten, bu gece kalsalar sorun çıkmayacağına emindi. “Kalabilirsiniz,” dedi. Onları davet ediyordu ama sesi sanki kocar gibiydi. Yanında Suho’nun gözlerinin büyüdüğünü gördü, bakışlarında hayal kırıklığı olduğunu düşündüğü bir şey yakaladı. Biliyordu, yalnız kalmak istiyordu. Fakat şu an daha iyi bir seçenek yoktu.

 

 

“Benim göz kapaklarım zaten kapanmış,” dedi Gotak, kanepeye sırtını yaslayarak. “Burada sızarsam kimse üstüme yorgan atmasın, soğuk seviyorum.”

 

Baku, bir yastığı kendine çekerken mırıldandı: “Ben de burada yatarım. Oh, keyifli geceydi.” Sieun ayağa kalktı. Işıkları biraz kıstıktan sonra, sessizce odadakilere bakt

Baku, bir yastığı kendine çekerken mırıldandı: “Ben de burada yatarım. Oh, keyifli geceydi.” Sieun ayağa kalktı. Işıkları biraz kıstıktan sonra, sessizce odadakilere baktı. Baku, kendini yere uzatırken. Juntae ve Gotak da kanepeyle yer yatağını paylaşmaya başladılar. Battaniyeler ortaya çıktı, birileri hala bir şeyler atıştırıyor, bir yandan da eski hikâyeler anlatılıyordu.

 

Sieun bir süre onları izledi, sonra yönünü yatak odasına çevirdi. Sessizce, ama oldukça net bir tonda konuştu:“Suho... benimle yatacak.”

 

Cümle odanın ortasına bırakılmış bir taş gibi düştü. Önce mutlak bir sessizlik, sonra bastırılmış bir kıkırtı yükseldi. Juntae gözlerini kocaman açtı.

 

“Ne dedin sen az önce?”

 

Gotak hemen doğruldu, sesi heyecanlıydı. “Açık açık mı söyledin bunu? Bu ne özgüven... Bu ne... dürüstlük?!”

 

Baku, gülmemek için yastığa yüzünü gömdü ama sesi yastığın içinden bile yankılandı: “Sieun... ‘benimle yatacak’ mı dedin? Hala oyunun cesaretinde mi kaldın?”

 

Sieun’un kulakları kızarmıştı. Cümlesinin niyetinden çok daha fazla anlam çıkarıldığının farkındaydı ama kendini geri çekmedi. Sadece bakışlarını halıya dikti ve tepkisiz kaldı. “Odamda iki kişilik yatak var. O da yorgun.”

 

Suho başını eğdi, yüzü kıpkırmızıydı. Sanki biri tüm sırtından yukarıya doğru bir ısı yaymıştı. O ana kadar rahatlamış gibi duran bedeni bir anda kasıldı. Gözlerini kaçırarak mırıldandı: “Ben... şey... tabii, sorun yok.”

 

“AYYYYY,” diye bağırdı Juntae, yastığını kafasına vurdu. “İkisi de utandı! Sieun’dan önce Suho utandı! Bu gece tarihe geçiyor.”

 

Gotak başını yastığa yaslayıp sırıttı. “Bakın bakın, artık ‘benimle yatacak’lı cümleler kurulan bir seviyedeyiz. Ben bu diziye en baştan başlamak istiyorum.”

 

Baku elini çenesine götürüp ciddi ciddi düşündü. “Bu, Sieun’dan gelen ilk açık davet olabilir. Bundan sonra evlilik planları yapılabilir.”

 

Sieun hiçbir şey demedi. Ama ayakları halıya gömülür gibi hissediyordu, sanki her bakış onu içine çekiyordu. Gözleri hâlâ halıya sabitlenmişti, ama kulakları kıpkırmızıydı ve vücudu biraz daha dik durmaya çalışıyordu.

 

Suho ise başını hafif eğmiş, kulaklarının üstü kadar kızaran yanaklarını gizlemeye çalışıyordu. Ona bakmıyordu bile; belki bakarsa daha beter olacak diye korkuyordu.

 

Sonunda Sieun omuzlarını silkti, kısa ve ser bir sesle mırıldandı: “Salonda yatak kalmadı. Bu kadar basit.”

 

“Aynen, evet, çok basit, sıradan, gayet mantıklı,” dedi Juntae, sırıtarak. “Sadece sabaha kadar aynı yastığa bakacaksınız o kadar.”

 

“Susar mısın?” dedi Sieun, yorgun ama net bir sesle. Her zamanki gibi, ciddiyeti tek başına bir sessizlik getirdi.

 

Ama gülümsemeler susturulamadı.

 

“Tamam tamam,” dedi Baku ellerini havaya kaldırarak. “Biz burada uyuyoruz. Kendi kucağında, pardon, yatağında rahat uyu Suho.”

 

Suho kafasını ellerinin arasına gömdü. Gotak, onu işaret ederek fısıldadı: “Ölmüş olabilir.”

 

Sieun kapıya doğru yürüdü. Ardı sıra sessizce Suho da kalktı. Arkadaşlarının bakışları ve uğuldayan kıkırtılar arasında odadan çıktılar.

 

Kapı kapanırken arka planda bir ses daha duyuldu:

 

“Çocuklar, çok gürültü yapmayın sabah dersim var!”

 

Sieun başını hafifçe eğdi, Suho’nun göz ucuyla onu süzdüğünü fark etti.

 

Koridorda yürürlerken, aralarındaki sessizlik alışıldık değildi. Ama bu sefer... sıcak bir sessizlikti. Dolu, bastırılmış ve aynı zamanda garip şekilde huzurlu.

 

Ve kapının ardında, aynı odada, aynı yatakta... gece asıl şimdi başlıyordu.

 

°°°

 

Sieun kapıyı sessizce kapattı, tıklama sesi karanlık odanın içinde yankılandı. Işıklar kapalıydı, sadece pencerenin perdesinden süzülen sokak lambasının solgun ışığı odayı hafifçe aydınlatıyordu.

 

Suho arkasından yavaş adımlarla içeri girdi, eli hâlâ ensesinde, utanmış bir halde. Odadaki yatak düzgünce serilmişti, yastıklar yan yana dizilmişti. Sieun hiçbir şey söylemeden yatağın kenarına yürüdü, tişörtünün yakasını düzeltti ve köşeye bırakılmış olan battaniyeyi alıp yavaşça yatağın üzerine serdi. Sessizdi ama hareketlerinde bir huzur vardı—alışık olduğu bir yalnızlığı, biriyle paylaşmanın tuhaf ağırlığı.

 

Suho, ayakta dikilmiş, ne yapacağını bilemez halde bakıyordu. Sonunda, boğazını hafifçe temizleyerek konuştu:

 

“Ben... şey... yere yatabilirim istersen. Hani, içerisi kalabalık, çocuklar var zaten, bir—”

 

Sieun ona doğru döndü. Gözleri koyu gölgelerin içinde parlıyordu. Sesi alçak ama netti: “Saçmalama.”

 

Suho bir anda sustu. Sieun’un sesinde öyle bir kesinlik vardı ki, tartışmayı aklından bile geçiremedi.

 

Bir süre sessizlik oldu. Sonra Sieun tişörtünü çıkardı. Üzerinde sade bir beyaz atlet kalmıştı. Hareketi gayet doğal, abartısızdı—ama Suho’nun gözleri anında kaçtı. Kulakları yine kızarmıştı.

 

“Sieun-ah, eğer seninle o yatağa girersem kendimi tutabileceğimi sanmıyorum.”

 

“Kim sana tutmanı söyledi?”

 

 

 

 

 

Notes:

ortalık karıştırma denince de Baku...
umarım eğlenmişsinizdir, yorumlarınızı bekliyorum<3<3

Chapter 13: Sessiz Ol

Notes:

(See the end of the chapter for notes.)

Chapter Text

Suho’nun olduğu yerde titrediğini görmek mümkündü. Yüzünde acı çeken bir ifade vardı. Sieun kelimeler ağzından çıkarken ne dediğini düşünmemişti bile. Beyni kısa devre yapmıştı. Bütün vücudu kavruluyordu. Elleri titremeye başlamıştı.

 

Suho ona yaklaşırken tekrar dudakları aralandı. “Sieun, aklımı kaybetmeme az kaldı. Ne söylediğinin farkında mısın?” diye fısıldadı. Diğerlerinin duymasını istemediği kesindi.

 

Sieun ona baktı, gözlerindeki alev Suho’nun vücuduna yayıldı. Başı dönmeye başlamıştı. Ciğerlerindeki havanın sıkıştığını hissetti. Vücudunu bir istek balonu kaplamış gibiydi. Sinir uçlarına kadar her noktası Suho’yu istiyordu ve bu istek hiç masum değildi. Bu farkındalıkla ense kökündeki saçlar dikeldi. Suho’nun ona dokunmasına ihtiyacı vardı. Yoksa en az Suho kadar aklımı kaybedecekti.

 

Suho şimdi tam karşısında duruyordu, “Sieun, yatağa geçelim.” Sesi derinden gelmişti, çoktan nefes nefese kaldığını söylemek mümkündü. Sieun’un bütün vücut tüyleri diken diken olmuştu. Suho’nun sesi... azmış geliyordu. O ses, Sieun’u delirtmeye yeterdi.

 

Sieun gözlerini kaçırmadı. Göz bebekleri büyümüş, yüzü alev almış gibiydi ama hâlâ kıpırdamamıştı. Suho’nun sesi kulaklarında yankılanıyordu—yatağa geçelim. Öyle bir şekilde söylemişti ki, bu yalnızca bir yer değişikliği teklifi değildi. Bu bir teslim oluştu. Bir çağrıydı. Ve Sieun, çağrıyı reddedemeyecek kadar uzun süredir onun içinde yanıyordu.

 

Her zamanki köşelerine geçip yatağa uzandılar. Yüz yüze bakıyorlardı, vücutları birbirine dolanmıştı. Suho’nun bir bacağı ait olduğu konumda, Sieun’un iki bacağının arasındaydı. Sieun’nun sertleşmekte olan penisine leziz bir baskı uyguluyordu. Hissettiği baskıyla dudaklarından bir inleme kaçtı. Suho eliyle ağızını kapattı.

 

“Şşhh Sieun-ah, sessiz olmamız lazım.” Sieun utancından, mümkünmüş gibi, daha da kızardı. Bu cümle bir yandan geleceklerin habercisiydi, Sieun’un bu gece sessiz kalması gerekiyordu. Aslında söz konusu Sieun olunca sessiz kalmak zorunda olması kulağa komik geliyordu, çünkü normalde o zaten sessizdi ama şu an ağzından çıkan her nefes bile normalden daha yüksek çıkıyordu.

 

Sieun’un kalbi neredeyse yüreğinden sıçrayacak gibiydi. Suho’nun parmakları nazikçe, ama kararlı bir şekilde Sieun’un cildinde dolaşıyordu; hafifçe çiziyor, dokunuyor, her temasında biraz daha yaklaştırıyordu ikisini. Göz göze bakıyorlardı, ama her an birbirlerinin sınırlarını test eden bir sessizlik içinde.

 

Suho, yavaşça başını Sieun’un boynuna eğdi, dudaklarını orada gezdirdi. Sieun titredi, nefesi kesildi; bedeninin en derin köşelerinde bir kıvılcım patladı. Suho’nun nefesi, sıcak ve keskin, kulak memesine dokundu. “Seni ne kadar istediğimi biliyor musun?” diye fısıldadı, sesi hâlâ nefes nefese, azıcık hırçın.

 

Sieun, utanmaya devam ederken, Suho’nun eli hafifçe aşağı kaydı, beline dokundu; parmakları yavaşça tişörtünün kenarına dokundu ve hafifçe çekti. Sieun, aniden bir kararsızlık yaşadı ama Suho’nun bakışlarında hiçbir tereddüt yoktu; aksine, tamamlanmış bir kararlılık vardı.

 

“Bana izin ver,” dedi Suho, yumuşak ama emredici bir sesle. “Her şey oluruna bırakalım.”

 

Sieun gözlerini kapadı, tüm bedenindeki kaslar gevşedi. O anda, her şeyden arınmış, sadece Suho’yla var olan bir dünya vardı. Zaman durdu, odanın karanlığı bile ılık ve yumuşak bir battaniyeydi üzerlerinde.

 

Bir an için, sadece onların nefesleri ve kalp atışları vardı; aralarındaki mesafe yok olmuştu. Sonra Suho, hafifçe gülümsedi, dudaklarını Sieun’un dudaklarına yavaşça değdirdi ve sessizlik, yerini yumuşak ve derin bir dokunuşa bıraktı.

 

Öpüşü tanıdıktı. Islak ve yavaş. Sieun kendini ona daha fazla bastırdı, sertiliğinde bir sürtünme hissetmek için kavruluyordu. Hayatında hiç bu kadar aklı dönmemişti. Suho derin bir nefes soludu, dilini Sieun’un ağzına soktu ve ileri ittirdi. Sieun’un kalçaları ileri doğru hareket etti, ağzından istemsiz bir inleme daha kaçtı. Kendini tutamıyordu.

 

 Suho kalın ve kendinden geçmiş bir sesle, “Siktir, Sieun-ah... Beni delirtiyorsun,” sıcak nefesi Sieun’un yüzünü yalayıp geçti. Devam etti, “Beni ne hale getirdiğinin farkında mısın?” diye soludu. Şimdi kalçasını öne doğru bastıran o olmuştu. Kumaşların altından Suho’nun sertliğini hissetti. Sieun’nun gözleri kafatasının arkasına doğru kaydı, başını geriye doğru attı. Ağzı aralanmıştı ama ses çıkmıyordu.

 

Sieun’un vücudu bütün hisleriyle uyanmış, ama aynı zamanda kontrolü yavaş yavaş elinden kaçıyordu. Suho’nun nefesi çenesindeydi, elleri beline sıkıca sarılmıştı. Bir an için sadece birbirlerine aitmiş gibi hissettiler, odadaki tüm sesler sustu, sadece kalplerinin güçlü ritmi vardı.

 

Suho dudaklarını yavaşça Sieun’un boynuna indirdi, orada hafif ısırdıktan sonra daha da aşağı, göğsüne doğru sürüklendi. Sieun’un teni alev almıştı; vücudu istemsizce tepki veriyordu. Gözlerini kapamıştı, ama Suho’nun her hareketi zihninde net bir resim çiziyordu.

 

Suho’nun elleri tişörtünden içeri kaydı. Çıplak vücudunda dolaşıp, tenini hissetti. Onu kendine daha da bastırdı, sertlikleri birbirine sürtündü. Sieun inlememek için dudaklarını birbirine bastırdı. Suho’nun boynundaki ağzı aralandı ve tenine doğru bir nefes verdi.

 

“Sieun, bebeğim... sana dokunmak istiyorum.” Sesi o kadar kalın ve derinden gelmişti ki Sieun ürperdiğini hissetti. Beyni çalışmıyordu ama şu kadarına emindi, “Dokunuyorsun zaten.”

 

“Mmhh, Sieun-ah... sana dokunmak istiyorum,” dedi tekrar. Kalçasını dayanılmaz bir yavaşlıkta hareket ettirmeye devam ediyordu. Sieun nefes alamıyordu bile. Penisinin ıslanmaya başladığını hissetti, biraz daha devam ederlerse bu şekilde boşalabilirdi. Suho’nun dokunmaktan kastını şimdi anlamıştı, penisi seyirdi. Suho’nun ellerini en mahrem yerinde düşünmek kendini kaybetmesine neden oluyordu.

 

“Suho... lütfen... dayanamıyorum...” diyebildi sadece, kesik kesik nefeslerinin arasından.

 

“Sessiz kalabilir misin? Benim için bunu yap Sieun-ah,” dedi fısıldayarak, dudakları onun dudaklarında gezindi. Tek eli tişörtünün altından boxerının içine kaymaya başlamıştı bile. Bütün vücudu heyecanla sarsılıyordu, derisi sırılsıklam olmuştu.

 

Başıyla onaylayabildi, ağzını açarsa çıkacak olan seslerden korkuyordu. Açıkçası sessiz kalabileceğinden bile emin değildi, ama şu an hayır demesi imkansızdı. Beyni tamamen kapanmış, zonklayan sertliği onun yerine karar veriyordu.

 

Suho elini tamamen boxerının içine atarken onu yavaşça öpmeye başladı. O kadar ıslak bir öpüştü ki Sieun’un dudaklarının kenarından tükürük akıyordu. Şimdi tek el penisini kavramıştı. Kendini iyice Suho’nun eline doğru bastırdı, hayatında hissettiği en tahrik edici şey bu andı. Suho’nun ağzının içine doğru istemsizce inledi.

 

Suho öpücüğü bozmadan bu duruma güldü, dudaklarını daha da ona bastırdı. Sanki çıkarabileceği herhangi bir sesi kesmeye çalışıyor gibiydi. Penisindeki el yavaş hareketlerle yukarı aşağı oynadı.

 

Sieun’un kalçaları şimdi kontrolü dışında Suho’nun eline doğru hareket ediyordu. Öpücüğü bozmamak için çaba sarf etmesine rağmen, dudakları fonksiyonu kaybetmişti. Hiçbir şey düşünemiyordu. Tek düşünebildiği şey Suho’nun penisindeki eliydi.

 

Dudakları öpüşmeyi bırakmıştı, ağızları aralık birbirlerine doğru soluyorlardı. Suho’nun gözlerinden yaptığı eylemin onu ne kadar etkilediğini görmek mümkündü. Sieun onu hissetmek istedi. Beynindeki son hücreleri çalıştırarak tek elini kaldırdı, Suho’nun serliğine eşofmanı üzerinden dokundu. Suho kendini eline doğru bastırırken soludu, “Siktir... bebeğim.” Kafası geriye doğru yatmıştı. Çok seksi gözüküyordu, terli ve kızarmış.

 

Sieun’un penisini biraz daha sıkı kavradı ve sert bir şekilde çekmeye başladı. Odanın içini ıslak sesler doldurmuştu. Sieun boşalmak üzereydi, doruklara doğru ilerliyoru. Elini Suho’nun boxerından içeri soktu, onun sertliğini kavradı. Elinde hissettiği büyük ve geniş sıcaklık ile tekrar inledi. Suho gerçekten büyüktü.

 

 Suho kendini kaybetmiş gibi bir anda doğruldu. Sieun ne olduğunu bile anlamadan üstündeki tişörtü çıkardı, sonra elleri Sieun’u buldu. İkisinin de tişörtleri yerde bir top halinde duruyordu. Suho onun eşofmanın ve boxerını aynı anda kavrayıp aşağı doğru çekti, Sieun kalçalarını hafif kaldırarak ona yardım etti.

 

Suho’nun yüzü göğsüne doğru eğildi, gövdesi penisine çok yakındı. Sieun istemeden kalçalarını ona doğru yaklaştırdı, sıcaklığını kovaladı.

 

“Sieun-ah, sessiz ol bebeğim,” dedi, bir meme ucunu dudaklarının arasına alırken. Sieun’un kafası geri doğru yattı, kalçaları havalandı. Ağzı aralandı ama ses çıkmadan bir elini ağzına kapattı. Suho meme ucunu emmeye başladı. Bütün dünya dönüyordu, Sieun’un gözleri bir yere odaklanamaz haldeydi.

 

Suho’nun eli bedenleri arasında aşağı doğru kaydı. Sieun’un meme ucunu emmeye devam ederken kendi eşofmanını aşağı çekti. Diğer eli yatakta kendini yukarı tutmasına yardım ederken, bedenlerinin arasındaki el penislerini birlikte kavradı. Sieun penisine değen Suho’nun eli ve penisiyle şuurunu kaybeder gibi oldu. Gözleri bir kaç saniyeliğine kararıp geri geldi. Ağzındaki eli olmasa şu an çıkaracağı sesleri hayal bile etmek istemiyordu. Boştaki eli Suho’nun saçlarını buldu ve çekiştirdi. Suho meme ucundaki dudaklarını çekmeden tenine doğru gırtlaktan bir nefes verdi, sessiz kalmak konusunda onun da zorlandığı kesindi.

 

Suho sertçe elini oynatmaya başladı. Penisleri birbirine sürtünürken leziz bir haz bırakıyordu. Suho vücudunu aşağı doğru kaydırdı, kalçaları birbirine yapışıktı. Suho’nun elinin kavrayışı yetmezmiş gibi onun ağırlığıyla bir zevk dalgası daha vücuduna yayıldı. Parmak uçlarından saç tellerine kadar her hücresi zevk içindeydi.  Tekrardan sona yaklaştığınj hissetmeye başlamıştı.

 

“Seni öpmeme izin ver,” diye fısıldadı Suho, dudakları meme ucundan ağzındaki eline kaymıştı. Sieun elini ağzından çekip Suho’nun kalçasına koydu ve onu kendine iyice bastırdı. Bacaklarının arasındaki beden sarsılarak ona biraz daha sokuldu. Sieun tek bacağını Suho’nun kalçasına geçirdi, ağırlığını iyice kendine çekmek istiyordu.

 

Suho şimdi ağızları aralı ve birbirine değerek inledi. “Suho-ya... sessiz ol...” dedi Sieun. “Olurum... sen iste ben her şey olurum Sieun... Aaghh...” dedi inleyerek Suho. Sesi fısıltıya yakındı.

 

Sertçe öpüşmeye başladılar. Sieun bacağıyla onu kendine daha bastırmaya devam etti. Suho’nun penislerindeki eli sert ve hızlı hızlı hareket etmeye devam etti. Sieun daha fazla dayanabileceğini sanmıyordu. Kesik kesik nefesler vererek konuştu, “Suho... boşalıcam...”

 

Suho bir kez daha ağzına doğru inledi, kendine hakim olamadığı kesindi. “Sieun-ah, benim için boşal. Seni hissetmem lazım,” diyebildi sadece, sesi deli bir adamın sesiydi. Sieun ıslak ve yaşlı gözlerle ona baktı, göz göze geldiler. Suho’nun gözündeki kendinden geçmişliği görmek onun için yetti sarsılarak Suho’nun elinde boşalmaya başladı. Sieun gecenin en yüksek inlemesini bırakmıştı. Bir an olsun gözerini kaçırmadılar. Penisindeki el durmadı, son saniyesine kadar onu sağdı. Sieun’un menisi penislerine yayılırken daha da ıslak çekmeye başladı.

 

Suho karşısında olan manzara daha fazla dayanamadı, eli durdu. Sieun’u penisine ve kendi eline doğru kalçalarını oynatmaya başladı. Penisinin ucundan meniler Sieun’un karnına fışkırdı, ama durmadı. Ağzı aralanmıştı, ama ses çıkmıyordu. Yüz ifadesi Sieun’un beyin kimyalarıyla oynamaya yeterdi. Orgazmının son parıltılarını hissedene kadar devam etti. Derin derin soluklar veriyordu. Sieun’un penisi seyirdi, hassaslaşmıştı ve artık acıyordu. Suho’nun kalçaları durdu, penislerinin ucunu son bir sıktı ve durdu.

 

 Eli meniyle yapış yapıştı, Sieun’dan gözlerini ayırmadan elini ağzına götürdü ve yaladı. Sieun yaşlı gözleriyle ona baka kaldı, bu gördüğü en seksi şey olabilirdi. Yine de “İğçensin,” diye mırıldandı. Suho ona çarpık bir gülümseme ile baktı. Solukları hala düzene girmemişti, göğüsleri hızlı hızlı inip kalkıyordu.

 

Suho, Sieun’un yanına kendini attı. Odanın içinde bir süre sessizlik hâkimdi. Yalnızca birbirlerine karışmış soluklar, kalplerinin derinlerden gelen ritmi vardı. Tavan, duvara yansıyan gölgeleri usulca izliyordu. Zaman bir süreliğine durmuş gibiydi; dış dünyayla bağları kopmuştu.

 

Suho, gözlerini kapatmış, yüzünde hâlâ gevşememiş bir tebessümle yanına sokuldu. Kolunu Sieun’un beline doladı, başını onun omzuna yasladı. Derisinin sıcaklığı, nabzının hâlâ hızla attığını fısıldıyordu.

 

Sieun, bir an kıpırdamadı. Gözleri tavana takılı kaldı. İçinde bir şeyler hâlâ kıpır kıpırdı. Suho’nun parmakları, onu bırakmaya hiç niyeti yokmuş gibi belinde oyalanıyordu. Derin bir nefes aldı.

 

“Üşüdün mü?” diye mırıldandı Suho, sesi bu kez yumuşaktı, çırılçıplak bir şefkatle.

 

“Hayır,” dedi Sieun. Ama sesi neredeyse çıkmamıştı. “Temizlenip uyuyalım,” dedi. Doğrulup odasındaki ıslak mendili bulmak için ayaklandı.

 

Sieun geri döndüğünde sessizce ıslak mendillerden birini uzattı. Gözlerini kaçırmıyordu ama uzun uzun da bakmıyordu. Yatakta, bacaklarını hafifçe kendine çekmiş oturan Suho, mendili aldı ama bir süre kullanmadı.

 

“Ben yapayım mı?” dedi.

 

Sieun bir an ne demek istediğini anlamadı. Sonra bakışları mendilden Suho’ya kaydı. Suho, şaka yapmıyordu bu kez. Ciddiydi. Gözlerinde yumuşak bir dikkat, ellerinde bir tür özen vardı. Tuhaf bir istek değil, sanki bir sorumluluktu bu.

 

Sieun hiçbir şey söylemedi. Sadece dizlerinin üzerine çömelerek, Suho’nun karşısında durdu. Başını biraz eğdi.

 

“Tamam,” dedi kısık bir sesle.

 

Suho, hareketlerinde bir ritüelin ciddiyetini taşıyarak uzandı. Temizliğin ötesinde, nazik ve ölçülüydü. Ne acele etti, ne de duraksadı. Sanki her dokunuşuyla, biraz daha kalmak istediğini söylüyordu.

 

Sonra, mendili bir kenara koyup başını eğdi. Bir an alnını Sieun’un göğsüne yasladı. Ne sarılmak, ne de öpmekti bu. Sadece oradaydı. Varlığını tamamen teslim eden bir yakınlıkla.

 

Sieun’un eli, fark etmeden Suho’nun saçlarına gitti. Parmakları arasında dolanan yumuşak tutamları hissettiğinde, içinden geçen bir cümleyi bastırmak zorunda kaldı: Böyle devam edebilir mi gerçekten?

 

Ama bu gece bitmemeliydi.

 

“Gel,” dedi sonra, yavaşça. Yatağa birlikte uzandılar.

 

Yorganın altında, tenleri temiz ama düşünceleri darmadağındı. Suho’nun parmakları yine Sieun’un bileğine dokundu; bu sefer sadece orada olmak için. Uyku göz kapaklarını ağırlaştırırken, birbirlerinin nefesine karışarak sessizce savruldular geceye.

 

Hiçbir söz yoktu, ama her şey söylenmişti.

 

Notes:

evrt fiziksel olarak acı çekerek yazdığım bir bölüm oldu...
iyi okumalar<3

Chapter 14: Kahveden Önce Su

Notes:

(See the end of the chapter for notes.)

Chapter Text

Güneş, perdelerin arasından odaya sızıyordu. Sessiz bir sabah ışığı, odanın içindeki karmaşık ve yoğun gecenin izlerini usulca aydınlatıyordu. Yatakta, birbirlerine dolanmış iki beden hareketsiz yatıyordu.

 

Sieun ilk uyanan oldu. Başını hafifçe kaldırdı, gözleri uykulu ve hâlâ ağırdı. Yanında, Suho'nun huzurlu yüzü duruyordu. Saçları dağılmış, nefesi düzenliydi. Sieun bir an onu izledi. Gecenin sıcaklığı, hâlâ Suho’nun teninden yayılıyordu.

 

Sessizce yorganı üzerinden kaldırdı, yavaşça yataktan çıktı. Üzerine hızlıca bir şeyler geçirdi. Hemen telefona uzandı—saat yediye on vardı. İsteksiz bir şekilde yataktan kalkıp odadan çıktı.

 

Sieun mutfağa girdiğinde kahve makinesinin sesini duydu. Juntae sabah saçlarıyla, tezgâha yaslanmıştı. Karşısında Gotak, elinde bir fincan sütle camdan dışarı bakıyordu. Baku kanepeye yayılmış, telefonuna bakıyor gibiydi ama göz ucuyla gelişini takip ettiği kesindi. Hiçbiri bir şey söylemedi.

 

Sieun, mutfağın köşesinden sessizce kendine bir bardak su aldı. Her zamanki gibi yüzü ifadesizdi ama boynundaki hafif kızarıklık ya da saçlarının dağınıklığı, geceye dair her şeyi bağıra bağıra anlatıyordu.

 

Juntae kaşıkla kahvesini karıştırırken alakasız bir şey söylemiş gibi yaptı:

“Gece baya... şey... sıcaktı değil mi?”

Kendi sesini duyunca utanmış gibi hemen bardağına gömüldü.

 

Gotak hafifçe boğazını temizledi. “Ben de… pencereyi açtım ama fayda etmedi. Bayağı... boğucu bir atmosfer vardı.” Sözleri havada kaldı. İkisi de kahkahaya tutmakla tutmamak arasında bir yerdeydi.

 

Sieun onları dinledi ama tek kelime etmedi. Yalnızca Baku’nun, arkasından gelen mırıltısı duyuldu: “Bazı sesler hâlâ kulaklarımda çınlıyor, sizce kalıcı hasar bırakır mı?”

 

Bu kez Juntae kıkırdadı, Gotak kahvesini yudumlayarak bakışlarını kaçırdı. Gülmemeye çalışıyorlardı ama ortamdaki enerji kontrolden çıkmak üzereydi.

 

Sieun bir an durdu, sonra yavaşça sırtını onlara döndü ve mutfak dolabından kahve fincanı aldı. Sadece, “Aptallar,” dedi usulca ama ses tonunda gerçek bir öfke yoktu. Daha çok yorgun bir teslimiyet vardı.

 

Juntae hemen atıldı: “Tamam tamam! Konuşmuyoruz zaten, ne olmuş ki... “

 

“Evet ya,” dedi Gotak, gülerek ama sesi titriyordu.

 

Baku hala kanepeye yayılmıştı, ama başını çevirip, “Ben sadece şunu merak ediyorum: Oğlum, yatak gıcırdamasa da olurdu sanki?” dedi gülerek. Bu gerçek miydi? Sieun yatağı hareket ettirecek kadar hareket ettiklerini düşünmemişti. Belki de Baku ona takılmak için bunları söylüyordu ama utancından kavruldu.

 

Sieun’un yüzü kıpkırmızı olmuştu. “Sessiz olun,” diye fısıldadı.

 

Sieun, suyundan son bir yudum aldıktan sonra kupayı usulca tezgâha bıraktı. Odadaki sessizlik ağırlaşıyordu. Juntae telefonuna bakıyor, Baku çayı karıştırıyor, Gotak pencereden dışarıya dalmış gibi yapıyordu. Kimse göz göze gelmiyordu ama herkesin kulakları, Sieun’un odasına döndüğü anın ayak seslerindeydi.

 

Sieun yavaşça kapısını kapattıktan sonra odanın içindeki loşluğa döndü. Suho hâlâ uyuyordu, yüzü yastığa gömülmüş, saçları dağılmıştı. Yorgan bir omzunun altına kadar inmiş, açıkta kalan sırtı gölgeler içinde parlıyordu. Nefesi hâlâ derindi ama artık daha düzensizdi—uyanmaya yaklaşan biri gibi. Çok yakışıklı gözüküyordu, Sieun’un kalbi acıdı.

 

Sieun yatağa yaklaşırken, dizini hafifçe yatağa dayadı. “Suho,” diye fısıldadı.

 

Hiçbir yanıt gelmedi. Başını biraz daha yaklaştırdı, bu kez biraz daha yüksek sesle, “Suho, kalkman gerek.”

 

Suho önce kaşlarını çattı, sonra göz kapakları yavaşça aralandı. Gözleri uyku mahmurluğuyla bulanıktı ama yüzü onu görür görmez yumuşadı. Hafifçe gülümsedi. “Günaydın...” dedi kısık bir sesle, sesi hâlâ uykulu ve sıcak.

 

Sieun onun yüzüne baktı. Hiçbir şey söylemeden, sadece onu seyretti. Suho başını yastıktan kaldırmadan bir kolunu uzattı, parmakları Sieun’un bileğine dokundu. “Gidiyor musun?”

 

“Okula geç kalacağım,” dedi Sieun, neredeyse fısıltıyla.

 

Suho yavaşça doğruldu. Yorgan beline kadar kaydı, çıplak göğsü ortaya çıktı. Elini Sieun’un bileğinden yukarı, dirseğine doğru kaydırdı. Bakışları, geceyi hatırlatır şekilde ağır ve sakindi. “Bir şey söylemeden çıkıp gideceksin sandım,” dedi.

 

Sieun’un boğazı düğümlendi. “Böyle şeyler söyleme.”

 

“Ne gibi şeyler?”

 

“Beni sanki... bırakıp gidiyormuşum gibi,” dedi, ama gözlerini kaçırdı.

 

Suho hafifçe güldü. “Ben sadece uyandığımda seni yanımda görmek istedim.”

 

Bir an sustular.

 

Sonra Suho, elini boynunun arkasına götürerek saçlarını karıştırdı. Sieun’u kendine doğru çekti, dudaklarına bir öpücük kondurdu.

 

“Sieun-ah sorun yok, fazla düşünme,” dedi, sesi yumuşacıktı.  Sieun uzandı ve bir öpücük daha bıraktı. Yavaşça geri çekildi, hazırlanması gerekiyordu.

 

Hızlıca okul kıyafetlerini alıp banyoya yöneldi, koridordan geçerken diğerlerinin seslerini görmezden geldi. Hala utanıyordu ve bugünün zor bir gün olacağından emindi.

 

°°°

 

Mutfağa döndüğünde Suho diğerlerine katılmış önünde bir kahve fincanıyla masada oturuyordu.

 

“Su içtin mi?” diye sordu Sieun. Onun su bile içmeden kahve içmesine sinir oluyordu. “Su içmeden kahve içmemeni söylemiştim,” dedi, sesinde belli belirsiz bir sitem vardı. Odadaki herkes şok içinde ona döndü.

 

Suho, fincanı dudaklarına götürürken durdu. Bir an şaşkınlıkla baktı Sieun’a. Ardından dudaklarında o kendine has, hafif sarkastik ama içten gülümseme belirdi.

 

“Günaydın bebeğim,” dedi alayla, sonra fincanı masaya bırakıp yavaşça ayağa kalktı. “Tamam, su içeceğim. Beni büyükannem gibi azarlamana bakılırsa, bayağı ciddi bir şeye bu senin için demek ki.”

 

Gotak kahvesine boğulmuş gibi öksürdü. Baku yastığa gömülüp kahkaha attı. Juntae ise bir şey söylememek için alt dudağını ısırıyordu.

 

Sieun ise yalnızca Suho’nun yanından geçip dolabı açtı. Su bardağını doldururken Suho arkasında belirdi ve sessizce kolunun yanına kendi kolunu dayadı. Fısıltı gibi bir sesle, “Beni düşündüğünü bilmek... hoşuma gidiyor,” dedi.

 

Sieun gözlerini devirdi ama yüzü hafifçe kızardı. Suyu Suho’ya uzattı. “İç şunu. Fizyoterapiye gitmeden önce bayılmanı istemiyorum.”

 

“Senin için bayılmaya değer,” dedi Suho, sırıtarak.

 

Sieun bardağı sertçe onun göğsüne dayayıp uzaklaştı. “Saçmalama.”

 

Oturma odasındaki üçlü artık kendilerini tutamıyordu. Juntae kahkahasını bir öksürükle maskelemeye çalışırken, Baku koltuğa yığıldı. “Oha... bu kadar utanmaz olmayın be, sabah sabah aşkı mideme oturttunuz,” dedi.

 

Gotak, ciddi olmaya çalışarak ekledi: “Yalnız ben hâlâ terapiye mi, yoksa balayı tatiline mi çıkacaklarından emin değilim.”

 

Suho kahkahasını bastırırken, Sieun ceketini hızlıca kaptı ve kapıya yöneldi. Ama çıkmadan hemen önce bir an duraksadı, başını hafifçe Suho’ya çevirdi. “Geç kalma,” dedi kısaca, ardından kapıyı açıp çıktı.

 

Kapının kapanma sesiyle beraber odadaki hava bir an hafifledi. Gotak omzunu silkti. “Ben hâlâ alışamıyorum bunlara.”

 

Juntae derin bir iç geçirdi. “Ben alıştım da... dün gece duyduklarımdan sonra terapiye benim gitmem gerekiyor.”

 

Suho suyunu bitirirken sadece gülümsedi, sakin durmasına rağmen kulakları utançla kızarmıştı. Gözleri hâlâ kapının ardından, gitmiş olan Sieun’u takip ediyor gibiydi.

 

Diğerleri de çantalarını kapıp Sieun’un peşinden hızlıca çıktılar. Suho arkalarından “İyi dersler sizi veletler,” diyerek onları yolladı.

 

°°°

 

Okulun koridorları her zamanki gibi kalabalık ve gürültülüydü, ama Sieun’un içi sanki hâlâ sabahki sessizliğe sıkışıp kalmıştı. Adımlarını hızlı ama bilinçsizce atıyor, sınıfa girerken omzuna çarpan bir öğrenciye bile tepki vermiyordu. Gözleri boş, dudakları sıkı bir çizgi halindeydi. Peşinden gelen Baku, Juntae ve Gotak ise hafif bir telaşla montlarını çıkarmaya çalışıyorlardı.

 

Sınıfta boş sıralarına oturdular. Öğrenciler sırayla içeri girerken, dün gece yaşananlar onların arasında görünmez bir bağ oluşturmuş gibiydi. Konuşmuyorlar ama aralarındaki enerji, sessiz bir suç ortaklığını andırıyordu.

 

Baku hafifçe eğildi, Sieun’a fısıldadı: “Bu sabahki ‘su içmeden kahve içme’ çıkışı baya evlilik provasına benziyordu, farkındasın değil mi?”

 

Sieun hiç cevap vermedi ama dudağının kenarı bir anlık kıpırdadı—bir gülümseme mi, yoksa öfkeyi bastırma çabası mı, anlaşılmıyordu.

 

Gotak, defterini çantasından çıkarırken başını eğip alttan bir bakış attı: “Bu çocuk bir gün sinirlenip bizi öldürecek, biliyorsun değil mi?”

 

Baku hemen mırıldandı, “O gün bugündü bence.”

 

Ders başlamadan hemen önce sınıfa öğretmen girdi. Herkes toparlandı, sandalyeler gıcırdadı. Ama Baku’nun kulağında hâlâ sabah Sieun’un Suho’ya söylediği o cümle çınlıyordu: “Su içmeden kahve içmemeni söylemiştim.”

 

Baku, karnına bastırdığı defteriyle kendini zor tutarak fısıldadı: “Yemin ederim, babam bana bu kadar ilgili değil.”

 

Sieun başını çevirmeden, defterini açtı. “Ders başlıyor. Susun.” Ama sesi her zamankinden biraz daha yumuşaktı.

 

°°°

 

Okul çıkışıydı. Gün boyunca geçen sessizlik, kasvet ve iç çekişmeler yavaş yavaş yorgunluğa karışmıştı. Okul bahçesi çocuk çığlıklarıyla doluydu ama Sieun’un dünyasında sesler sanki boğuluyordu.

 

Juntae, Gotak ve Baku hâlâ yanındaydı, ama herkes kendi içinde sessizce yürüyordu. Birbirlerine laf atıyor gibi yapıyor, ama kimse tam anlamıyla konuşmuyordu. Gün boyunca Suho’dan mesaj gelmiş midir diye düşündü.

 

Ellerini cebine sokup başını hafif öne eğerek yürüyordu ki, telefonuna bir bildirim düştü. Ardından bir tane daha. Ve bir tane daha.

 

Ekranı açtı.

 

Suho’dan bildirimler yığılmıştı.

📷 [Yüzünü buruşturmuş, saçları darmadağın bir selfie]

📷 [Fizyoterapi salonunda, ayaklarını havaya kaldırmış, ter içinde bir poz]

📷 [Aynada belden yukarısı çıplak, terli ve yorgun bir poz]

📷 [Kahve kupasını tutarken aşağıdan çekilmiş bir fotoğraf, altında “çok yorgunum ama seni düşündüm” yazısı]

📷 [Dizlerinin üstünde büyükannesinin evinde çekilmiş bir kare, arka planda yaşlı bir kadın mutfakta gülümsüyor]

 

Ve en altta bir mesaj:

 

“Büyükannem beni özlediğini söyledi. Terapi çıkışı eve döndüm, üzgünüm.”

 

Sieun bir saniyeliğine duraklayıp yürümeye devam etti. Parmakları ekranın üzerinde gezindi, ama cevap yazmadı.

 

Gotak yana yaklaştı, ekranına göz attı ama hiçbir şey demedi. Sadece hafifçe gülümsedi. “Yorulmuştur,” dedi.

 

Sieun başını hafifçe salladı. İçinde bir sıcaklık, karışık bir kırgınlıkla birlikte kıpırdanıyordu. Ama bunu ne yüzüne ne diline dökebiliyordu.

 

Sadece mesajı bir kez daha okudu. Sonra ekranı kapattı, cebine koydu.

 

Ve yürümeye devam etti.

 

°°°

 

Sieun eve döndüğünde ev sessizdi. Ayakkabılarını çıkardı, çantasını yere bıraktı, mutfağa girdi ama bir şey almak aklına bile gelmedi. Yalnızca bir süre tezgâha yaslanarak öylece durdu.

 

Suho’nun kahvesini içtiği fincan hâlâ oradaydı. Altında bıraktığı hafif kahve halkası silinmemişti. Sieun eliyle hafifçe sildi, sonra durdu.  Bir an için silmemiş olduğunu diledi, Suho’nun arkasından izlerini bırakması, varlığını hissedemediği bir boşluktan daha iyiydi.

 

Yavaşça odasına geçti. Odanın kokusu biraz değişmişti—sabaha kadar orada iki beden uyumuştu, ter, nefes, ten... Geceden kalma o yoğunluk, şimdi yerini hafif bir boşluğa bırakmıştı. Yatağın kenarına oturdu. Telefonunu çıkardı.

 

Suho’nun attığı son fotoğrafa bir daha baktı.

 

Kahkülleri dağılmıştı, gözleri biraz yorgun ama yüzünde tanıdığı o sıcak gülümseme vardı. Arka planda büyükannesi mutfakta bir şeyler hazırlarken Suho gülümseyerek poz vermişti. Altına yazdığı mesaj tekrar canlandı zihninde:

 

“Büyükannem beni özlediğini söyledi. Terapi çıkışı eve döndüm, üzgünüm.”

 

Üzgünüm.

 

Bu kelime boğazında kaldı. Suho’nun üzgün olmasına üzülmek, ama aynı zamanda onun yanında olmamasına kırılmak... İkisi de üst üste gelince, göğsünün ortasında bir şey hafifçe sıkıştı.

 

Yatağa sırt üstü uzandı. Yastığın kenarında Suho’nun bir tutam saçı kalmıştı. Belki de sadece kendi hayaliydi. Ama orada olduğunu düşündü. Gözlerini kapadı.

 

Suho’nun kahkahası geldi aklına. Sonra sabahki sesi. “Günaydın...”

 

Gözlerini açtı.

 

Telefon ekranı hâlâ açıktı. Parmağı, ekranın yan tarafında mesaj yazma kutusunun üstüne geldi. Bir şey yazmak istedi.

 

Ama sonra sadece ekrana uzun süre baktı.

 

Hiçbir şey yazmadan ekranı kapattı. Cihazı göğsüne bastırdı ve öylece gözlerini tavana dikti.

 

Sessizdi.

 

Ama aklı tamamen Suho’yla doluydu.

 

°°°

Odadaki loş ışık tavanda gölgeler bırakıyordu. Sieun çalışma masasında oturmuş ders çalışıyordu. Kafası biraz dağınıktı ama odaklanmayı başarmıştır. Biraz olsun eski alışkanlığını yerine getirmek ona iyi gelmişti.

 

Bir kaç saat geçmişti ki telefonu çalmaya başladı. Ekrana baktığında gördüğü isimle kalbi hızlandı, Suho. Bir kaç kere daha çaldıktan sonra tereddüt ederek telefonu açtı:

“Alo?”

 

“Yaaa, Yeon Sieun! Neden bana cevap vermiyorsun? Sana o kadar fotoğraflar attım,” diye sızlandı Suho’nun sesi, çocuk gibiydi.

 

Sieun sadece iç çekti, cevap vermeye niyeti yoktu. İşin doğrusu cevabı kendi de bilmiyordu. Suho kadar mesajlaşmaya ya da sebep yokken fotoğraflar göndermeye alışık değildi.

 

“Bir dahakine sen de bana fotoğraf at, yüzünü görmeme izin ver. Seni özlüyorum,” dedi Suho, sesi az önceye göre daha sakin ve sıcak çıkmıştı.

 

“Mhm,” diye onayladı Sieun. Eğer Suho’nun istediği buysa deneyebilirdi.

 

“Fizyoterapi nasıl geçti?”

 

“İyiydi, doktor kol değneklerimi yavaş yavaş bırakmamı söyledi. Ayrıca vücut geliştirmeye geri dönebilirmişim. Tekrar kaslarımı güçlendirmem gerekiyor. Senin için kaslı ve kuvvetli olacağım, sen de benim tadımı çıkarabilirsin Sieun-ah,” dedi Suho, hızlı hızlı konuşuyordu. Heyecanlı olduğu aşikardı. Sesinde bir hınzırlık vardı, Sieun onun sırıttığına emindi.

 

“Saçmalamayı bırak, sadece kendine dikkat etmeni istiyorum. Kasların olmasa da olur,” diye mırıldandı. Açık konuşuyordu. Suho’nun vücudu olduğu gibi bile gözüne iyi geliyordu, Seiun onun kendini iyi hissetmesinden başka bir şey dilemiyordu.

 

Suho kısa bir sessizlikten sonra, sesini hafifçe alçalttı. “Yine de hoşuna giderdi bence. Kollarımda taşırdım seni falan…”

 

“Saçmalamak dışında diyeceğin bir şey yoksa kapatıyorum, ders çalışmam lazım,” dedi Sieun, etkilenmemiş bir sesle. İçten içe hoşuna gidiyordu ama bunu kabul etmesi için kıyametin kopması gerekiyordu.

 

Suho kıkırdadı.

“Tamam tamam, çalış sen. Zaten zekânı seviyorum en çok.”

 

“Saçmalamaya devam ediyorsun.”

 

“Ne yapayım? Sessizlikte kalınca başım ağrıyor,” dedi Suho, bu sefer sesi daha yumuşaktı. “Seninle konuşunca iyi hissediyorum.”

 

Sieun cevap vermedi. Ne diyeceğini bilmiyordu. Bu tür cümleler onu hâlâ hazırlıksız yakalıyordu. Sadece derin bir nefes aldı.

 

“Suho-ya... olduğun gibi iyisin, hiçbir şeyi aceleye getirme. Sadece iyi olmanı istiyorum,” dedi, sesi bir fısıltı gibiydi, bütün kalbini dudaklarında dökülen kelimelere bırakmıştı. Suho’yu özlüyordu. Bütün gün ondan uzak kalmış olmak iyi hissettirmiyordu ama her gün birlikte olamazlardı, bu normal bir şeydi.

 

“Sieun, dün gece sana söyledim. Ne olmamı istersen o olurum. Sadece bana ne istediğini söyle, senin için her şey olurum,” dedi, sesi derinden geliyordu. Sieun’un kalbi tekledi. Sırtından soğuk bir terin aktığını hissetti, bütün vücudu karıncalanmaya başlamıştı. Suho’nun sesinde samimi bir ciddiyet vardı, söylediği her şeyde içten olduğunu söylemek mümkündü.

 

“İyi ol yeter.”

 

“Mhm.”

 

“Kapatıyorum,  ödevimi bitirmem gerek.”

 

“İyi geceler Sieun-ah, iyi çalış tamam mı? İyi yerlere gelmen lazım. Geç yatma,“ dedi, sesinde alaycı bir ton vardı ama bir yandan da içten ve masum çıkmıştı.

 

“Mhm,” dedi Sieun devam etti, “İyi geceler.”

 

 

 

Notes:

umarım beğenirsiniz<3

Chapter 15: Otomat

Notes:

(See the end of the chapter for notes.)

Chapter Text

Suho’yu son gördüğünden beri bir kaç gün geçmişti. Yüz yüze gelememelerine rağmen Suho onu her gün aramış, mesajlar ve fotoğraflarla bombardıman etmişti. Sieun onu çok özlemişti ama annesi bir süredir evdeydi ve Suho'yu çağıramıyor ya da ona gidemiyordu.

 

Günlerden Cuma olduğunda Baku okul çıkışı bilardoya gitmeyi teklif etti. Sieun Suho'yu görmek için bir bahanesi olacağı için biraz heyecanlanmıştı. Normalde geri çevireceği bu teklifi kabul etti ve Baku’nun Suho’yu arayıp çağırmasını sessiz bir heyecanla izledi. Suho elbette kabul etmişti. Değneklerini bırakıp kaslarını güçlendirmeye başladığından beri daha rahat hareket ettiğini söylemişti. Sieun bu duruma rahatlamış bir onayla karşılık vermişti.

 

°°°

 

Baku ve diğerleri önce gidip bilardo masası kapmak üzere yola çıktılar. “Sen Suho’yu spordan al, biz oradayız,” dedi Baku, göz kırpıp sırıtarak. Sieun bir şey demedi ama sessizce başını salladı. Elindeki telefonun ekranına bakmadan yürümeye başladı.

 

Spor salonunun kapısına geldiğinde içeri girmek için duraksadı. Camdan içeri baktı; Suho ağırlık sehpasında oturmuş, elindeki su şişesinden bir yudum alıyordu. Üzerinde koyu gri, kollarını saran bir tişört vardı. Ter, ensesine yapışan saçlarını ağırlaştırmıştı ama yüzünde tanıdık bir dinginlik vardı. Gözlerini kapatmış, derin nefes alıyordu. Sieun’un boğazı düğümlendi. Bu kadar özlediğini o an fark etti.

 

Kapıyı itti.

 

Suho onu ilk fark ettiğinde küçük bir gülümseme belirdi yüzünde. Hemen ayağa kalktı, yüzünü ter havlusuyla sildi, saçlarını eliyle karıştırdı.

 

“Yeon Sieun-ssi, şahsen gelip beni almaya mı teşrif ettiniz?” dedi, sesi her zamanki gibi şakacıydı ama gözleri ciddiydi. Derin bir şey arıyordu onun bakışlarında.

 

Sieun gözlerini kaçırdı. “Baku ve diğerleri masayı kapmaya gitti. Ben de yol üstündeyken uğradım,” dedi, sesi her zamanki gibi düz ama biraz daha yumuşaktı.

 

Suho adımlarını ona doğru atarken biraz esnedi. “Bir dakika, önce formamı değiştirmem gerek. Terliyim.”

Ardından tereddüt etti. “Ama… şey… istersen içeride bekleyebilirsin?” Gözlerini onunkine dikti.

 

Sieun bir anlık sessizlikten sonra başını hafifçe salladı. Suho’nun peşinden yürüdü. Küçük bir dinlenme odasında yalnız kaldıklarında Suho havlusunu sırtına attı, bir çantasını açıp temiz tişörtünü çıkardı.

 

“Bakma,” dedi yarı ciddi bir sesle.

Sieun gözlerini kaçırdı. “Zaten bakmıyorum.”

Ama elinde olmadan gözü kenardan Suho’nun sırtına kaydı. Omuzlarındaki izler, kaslarının hafifçe gerilmesi, bir anda çok tanıdık ama yine de ulaşılmaz bir manzara gibi geldi.

 

Suho yeni tişörtünü giydiğinde başını ona çevirip, daha yumuşak bir sesle sordu:

“Görmeyeli beni birazcık özledin mi?”

 

Sieun cevap vermedi. Sadece kapıya yönelip, “Geç kalacağız,” dedi.

 

Suho arkasından yürürken gülümsedi. “Sessizliğin evet demek olduğunu biliyorum artık.”

 

Yol boyunca fazla konuşmadılar. Ama yürürken Suho’nun kolu birkaç kez Sieun’un koluna değdi. Sieun irkilmedi. Hatta fark etmeden adımlarını Suho’nun hızına göre ayarlamıştı. Yan yana yürümeleri, kelimelere gerek bırakmayacak kadar rahattı.

 

Bilardo salonunun önüne geldiklerinde içeriden kahkahalar yükseliyordu. Baku, Gotak ve Juntae çoktan oyuna başlamıştı. Baku onları görünce el etti.

 

“Geliyorduz!” diye seslendi Suho. Sieun’un bakışları diğerlerinden kaçarken, Suho’nun eli kısa bir an için Sieun’un sırtına dokundu. Sahiplenici ama saygılı bir temastı.

 

Sieun dönüp yüzüne baktı. Suho hafifçe gülümsedi, sesi neredeyse fısıltı gibiydi: “Bu sefer beni yenemeyeceksin Sieun-ah.”

 

“Bunun doğru olmadığını ikimiz de biliyoruz, kazanma şansın yok,” dedi, yüzü monoton ve sesi tok.

 

Suho dudak büzerek konuştu, “Bu kadar acımasız olma.”

 

İçeri girerken bilardo masasının çevresine dağılmış kahkahalar hemen sustu. Gotak ve Juntae, Suho’nun gelmesine sevindiklerini belli etmek istercesine “Usta geri döndü!” diye seslendiler ama göz ucuyla Sieun’a da baktılar. Çünkü artık herkes farkındaydı: Sieun gelirse, oyun ciddileşirdi.

 

Sieun isteksizmiş gibi ceketini çıkardı, köşeye bıraktı. Sakin, neredeyse uykulu bir ifadeyle masaya yürüdü ve ıstakayı seçti. Sessizliğinde bir tehdit saklıydı.

 

“Yine mi takım?” diye sordu Gotak.

 

Juntae hemen atıldı. “Ben Suho’yla olmak istiyorum!”

 

“Ben de Sieun’la!” dedi Baku, gülerek. “Ama sonra ağlayacak mıyım, orası belirsiz.”

 

Sieun kısa bir bakış attı. “Takım yapmayalım. Herkes bireysel oynasın. Bakalım gerçekten kim daha iyiymiş.”

 

Bu öneriyle ortamda bir gerginlik oluştu. Suho başta biraz şaşırdı, sonra anlamış gibi gülümsedi. “Tamam. Kaybeden, kazanana soda ısmarlıyor.”

 

Sıra Gotak’taydı. Topları dağılttı ama istediği gibi olmadı. Oyuna Juntae, ardından Baku devam etti. Arada tek bir sayı alabildiler. Sıra Suho’ya geldiğinde, vücudu hâlâ tam alışkın olmasa da birkaç güzel atış yaptı. Özellikle kırmızı topu çapraz köşeye soktuğunda Gotak “Hâlâ formundasın,” dedi.

 

Ama masa gerçekten Sieun’a geçtiğinde herkesin keyfi biraz kaçtı.

 

Oyun başlar başlamaz Sieun’un gözleri masayı taradı. Topların konumu, açılar, olasılıklar. Aklında hemen kurduğu plan:

 

İlk vuruşta en kolay sayı alınmalı, ıstaka topu ortada bırakmalı.

 

İkinci hamlede rakip topu savunmasız bırakacak şekilde konumlandırmalı.

 

Eğer sayı alınamıyorsa, diğer oyuncular için “kapan” bırakılmalı: top ya banda yakın, ya da köşeye sıkışmalı.

 

En iyi pozisyonu her zaman kendine değil, diğerine bırakmak. Bu psikolojik üstünlük sağlar.

 

 

Ve hepsi harfi harfine işe yaradı. Sessizce, ama acımasızca tek tek tüm topları cebe gönderdi. Her vuruştan sonra sadece bir kez derin nefes alıyor, sonra tekrar masaya eğiliyordu.

 

“Ben artık oynamak istemiyorum,” dedi Juntae, şaka yollu ama hafif bozularak.

 

“Bana dokunmayın, ben sadece izliyorum artık,” dedi Baku, elini kaldırdı.

 

Suho, masanın kenarına yaslanmış, yüzünde hafif bir tebessümle onu izliyordu. “Bu adamı ne besliyorsunuz evde?” diye sordu arkadaşlarına. “Kodla mı oynuyor, anlamadım ki.”

 

Sieun son topu da cebe gönderdikten sonra ıstakayı sessizce bıraktı. Kimse alkışlamadı ama bir ağırlık çökmüştü ortama. Herkes ne olduğunu anlamıştı: Sieun, kafasında bir oyun oynamıştı ve sadece bilardo değil, hepsini hesaplamıştı.

 

Suho yanına geldi, sesi yumuşaktı: “Bana karşı bu kadar acımasız olmak zorunda mısın?”

 

Sieun gözlerini kaçırmadan, “Sen yenilince daha çekilebilir oluyorsun,” dedi.

 

Suho gözlerini kısarak baktı. “Aşırı doğru ama kalp kırıcı.”

 

Gotak sandalyeye oturdu. “Ben bir soda alacağım, hem de büyük olanından. Bunu hazmetmem lazım.”

 

Baku ona katıldı. “Ben de. Ama önce bu insanı X-Men’e kaydettirmemiz lazım.”

 

Suho, Sieun’un yanına sokuldu, sesi daha sessizdi şimdi: “Şimdi bir soda borçluyum sana. Ama... başka bir şey istersen, onu da yaparım.”

 

Sieun cevap vermedi. Ama Suho’nun hafifçe dokunan kolunu geri itmedi.

 

Bilardo salonundaki kahkahalar yeniden yükselmiş, yenilginin ağırlığı şakalara dönmüştü. Ama Sieun’un yüzünde alışıldık soğukluk vardı. Sessizce telefonuna bakarken ayağa kalktı.

 

“Tuvalete gidiyorum,” dedi kısaca. Baku’nun “Sakın orada da bilardo oynamaya kalkma!” lafına göz devirdi. Kimse daha fazlasını sormadı.

 

Salonun içindeki dar koridordan tuvaletlere yöneldi. Işıklar loştu, duvarlar gri fayanslarla kaplıydı. Kapılardan birini açtı, içeride kimse yoktu. Aynada kendine kısa bir bakış attı. Yüzünde ifadesiz bir yorgunluk, ama gözlerinde başka bir şey vardı. Kendi bile adını koyamıyordu.

 

Arkasından bir ayak sesi duyuldu. Kapının kapanma sesiyle birlikte sessizlik oldu.

 

Sieun aynadan Suho’nun içeri girdiğini gördü. Suho hızlı hareketlerle tek tek bütün kabinlerin içine baktı, hepsi boştu. Kapıya gidip kilidi çevirdi. Sieun gözlerinde soru işaretleriyle onu izledi.

 

Suho ona döndü, yavaşça yanına yaklaştı. Aynada göz göze geldiler, Sieun kıpırdamadı. Suho arkasında konumunu aldı, kollarını beline dolayıp yüzünü boynuna gömdü. Derin bir nefes alıp gözlerini kapatırken mırıldandı, “Sieun-ah... seni çok özledim.”

 

Suho’nun sıcak nefesi boynunda gezinirken Sieun’un gözleri kapandı. Nefesi göğsünde takılı kaldı. Suho’nun kolları sıkıca sarılmıştı beline, neredeyse onu yerinde tutuyordu. Sanki ayakta durmasına yardım ediyordu da denebilir. Boynuna bir öpücük kondurduğunda, Sieun’un parmakları lavabonun kenarına sıkıca tutundu.

 

Bir şey söylemedi. Çünkü bir şey söylemeye çalışsa ya dudakları titrerdi ya da sesi.

 

Suho başını kaldırdı. Aynadan Sieun’un yüzüne baktı. Onun gözleri buğulanmış, dudakları aralanmıştı.

 

“Bakma öyle…” dedi Suho, sesi neredeyse yalvarırcasına. “Şu an seni öpmemem gerekiyorsa da, umurumda değil. Kaç gündür yanımda değildin, çok zordu.”

 

Ve cümlesini bitirmeden, Sieun’u kendine çevirip dudaklarına kapandı.

 

Öpücük önce nazikti ama hızla derinleşti. Suho’nun parmakları Sieun’un belinde gezindi, tişörtünün altına giren dokunuşlarla sıcaklık arttı. Sieun’un elleri bir anlık boşlukta kaldı, sonra kendiliğinden Suho’nun ensesine uzandı. Parmak uçları saçlarını kavradı ve kendine bastırdı. Suho ağzına doğru boğuk bir inleme bıraktı. Sieun’un belini sıkıca kavrayıp kendine çekti.

 

Kısa ama yakıcı bir andı: sadece tenin tene değdiği, nefeslerin birbirine karıştığı o an.

 

Suho bir adım geri çekildiğinde, gözleri hâlâ kapalıydı. Göğsü hızlıca inip kalkıyor, nefesi Sieun’un yüzünü okşuyordu. Ardından gözlerimi yavaşça açtı. “Diğerleri bizi bekler,” dedi, nefes nefese.

 

Sieun hiçbir şey demedi. Saçları biraz dağılmış, dudakları belirgin biçimde kızarmıştı. Birkaç saniye daha orada durdu, sonra derin bir nefes aldı ve aynaya baktı. Tişörtünü düzeltti, dudaklarına dokunmadan ellerini yıkadı. Suho’ya bakmadan kapıya yöneldi.

 

Kapıyı açmadan önce dönüp, “Gelmeden önce saçını düzelt,” dedi.

 

Suho gülümsedi. “Tamam,” dedi ama yüzünde sinsi bir gülüş vardı.

 

°°°

 

Sieun salona döndüğünde kalabalık hâlâ dağınık haldeydi ama herkes bir şeylerle meşguldü. Juntae ve Gotak bir başka oyuna başlamıştı. Baku ise telefonda birine bir şey anlatıyor, kahkahalarla gülüyordu.

 

Ama Sieun’un gelişiyle gözler yine ona döndü. Ve... bir sessizlik oldu.

 

Baku başını kaldırıp baktı. “Ne oldu sana, kıpkırmızısın?”

 

Sieun hiçbir şey demedi. Cevap vermeden ceketini alıp yerine oturdu. Elinde telefonla ilgileniyor gibi yaptı ama kulakları etrafındaki sessiz kahkahalara kesilmişti.

 

Tam o sırada Suho salona döndü. Saçları darmadağınık , dudakları kızarık ve alnı hâlâ terliydi. Yüzü ifadesizdi ama boynundan kulaklarına kadar kıpkırmızı gözüküyordu.

 

Gotak ağzını eliyle kapadı. “Abi… saçların…”

 

Juntae başını eğdi, kıkırdadı.

 

Baku, telefonun ekranına bile bakmadan, “Beş dakikadan uzun sürdü, ikiniz de kırmızı… Oha,” dedi.

 

Suho hiç bozuntuya vermedi. Gözünü Sieun’a dikti. “O soda şimdi değil, sonra. Bizim hâlâ kapışmamız var.”

 

Sieun gözlerini ona kaldırmadan, sesi duvar kadar düz: “Sen oynamamalısın, hâlâ düzgün vuramıyorsun.”

 

Suho cebinden mendil çıkardı, alnını sildi. “Vuramasam da yanında durmaya niyetliyim. İstersen sadece ıstaka tutar, moral veririm.”

Bu söz salonda ufak bir kahkaha dalgası yarattı. Ama Sieun hâlâ tepki vermedi. Sanki biraz daha sessizdi, biraz daha içine çekilmişti.

 

Baku yanlarına geldi, Suho’nun omzuna elini attı. “Ne oldu be, elektrik mi çarptı seni? Hâlâ kablo gibi titriyorsun.”

Suho gülümsedi ama cevap vermedi. Baku’nun gözleri bir Suho’ya, bir Sieun’a kaydı. Sonra başını hafifçe iki yana sallayıp uzaklaştı. “Siz ikinizden bir şey çıkacak ama ne zaman patlar, orasını bilemem.”

 

O sırada Gotak yeniden bilardo masasının başına geçti. “Yeniden başlıyoruz. Bu sefer ciddi ciddi. Kim geliyor?”

 

Juntae, “Ben varım,” dedi. “Ama Suho, sen dinlen biraz. Sonra bahanen hazır olur.”

Suho yanıt olarak dudak büktü, sonra usulca Sieun’un yanına oturdu. Aralarında birkaç santim mesafe vardı. Ama o sessiz santimler bin kelime kadar doluydu.

 

Sieun bir şey demedi. Telefonuna bakıyor gibiydi ama parmağı ekranın üstünde sabit durmuştu. Suho, sessizce onun omzuna yaklaştı, başını hafifçe eğip kulağına fısıldadı: “Sieun-ah... ben doymadım. Bu gece bana yemeğe gel, bu açlık sensiz geçmiyor.”

 

Sieun’un omzu hafifçe oynadı. Bir şey söylemedi ama telefonunun ekranı aniden karardı. Parmaklarını dizine indirdi. Kıpkırmızı olmuştu. Daha önce hiç başkalarının yanında bu şekilde heyecanlanmamıştı. Utanıyordu ama aynı zamanda heyecanını frenleyemiyordu. Vücudu titremeye, pantolonunun içinde penisi hareketlenmeye başlamıştı.

 

“Sieun-ah, seni istiyorum,” dedi Suho, sesi alçak ama kararlıydı. “Beni sensiz bırakmazsın. Değil mi?” Sieun ona işkence yapıldığını düşünmeye başlamıştı. Suho bunu kasten onunla oynamak için yapıyordu. Belki de bilardoda onu yenmek için taktiği buydu, Sieun’u azdırmak ve düşünme yetisini kaybetmesini sağlamak.

 

Sieun gözlerini kapadı. Başını öne eğdi, bir an sanki nefesini tutuyormuş gibiydi. Sonra kalktı.

 

“Bir soda alacağım,” dedi, diğerlerine bakmadan. Adımları normaldi ama Suho onu dikkatle izliyordu.

 

Onun ardından yürümek istemedi. Henüz değil. Biliyordu ki, Sieun’un içinde taşan şey henüz dışarı çıkmaya hazır değildi.

 

O sırada Gotak araya girdi. “Suho! Bu sefer seninle takım olacağım. Ona göre.”

 

Suho dönüp baktı. Gülümsedi. “Takım olalım ama… yine de kazanamayacağız. Bunu sen de biliyorsun.”

 

Gotak güldü. “Biliyorum. Ama yanında olmak, yenilmenin en tatlı yolu olabilir.”

 

Oyuna başladılar ama Suho’nun gözü sık sık soda makinesine gitmiş olan koridora kayıyordu. Sieun gelmedi. Birkaç dakika geçti. Sonunda Suho ıstakasını bıraktı, Gotak’a “Sen devam et,” dedi ve arkasına bile bakmadan oraya doğru yürümeye başladı.

 

Koridor sessizdi. Vending makinesinin önünde kimse yoktu. Ama ışığın daha loş olduğu bir köşede, duvara yaslanmış, başı hafifçe öne eğik biri duruyordu.

 

Sieun.

 

Suho yaklaştı. Hiçbir şey demedi, sadece yanına geçti. Omzunu onun omzuna yasladı. Bir süre konuşmadılar.

 

Sonra Suho usulca sordu: “Sieun? İyi misin?” Sieun’dan cevap gelmedi.

 

Suho sessizce yanına geldi. Birkaç adım ötede durdu.

 

“Sieun.”

 

Yine yanıt gelmedi. Suho yaklaşmaya çekindi, ama sustu da. Gözleri Sieun’un profilindeydi, omzundaki küçük bir titremeye odaklanmıştı sanki.

 

“Az önce… şey…” dedi, sesi hafifti. “...kendimi tutamadım... özür dilerim.”

 

Sieun başını kaldırmadı.

 

“Yapma.”

 

Kısa ve netti.

 

Suho iç geçirdi. Başını yana çevirdi. “Biliyorum. Özür—”

 

“Suho.”

 

İsmini bu kadar düz ve keskin duymak, cümlesini kesti.

 

Sieun sonunda başını hafifçe kaldırdı. Yüzü ifadesizdi, ama gözleri doluydu. Kızgın değil, ama yorgun gibiydi. “Ne yapmaya çalışıyorsun?”

 

Suho bir an düşündü, omuzları çöktü. “Hiçbir şey.” Gülümsedi ama gülüşü düşüktü. “Sadece… özledim. Bu kadar.”

 

Sieun ona bakmaya devam etti. Sonra gözlerini kaçırdı. Cebindeki elini çıkardı, vending makinesine yöneldi. Bir düğmeye bastı, soda kutusu yere düştü.

 

Suho hâlâ aynı yerde duruyordu.

 

Sieun kutuyu aldı. Aralarında hâlâ bir iki adım mesafe vardı. Konuşmadan yanından geçti, ama geçerken, “Bir daha öyle yapma,” dedi. Göz göze bile gelmedi.

 

Suho başını eğdi.

“Tamam.”

 

Sieun uzaklaştı. Suho bir süre aynı yerde kaldı. Sonra derin bir nefes aldı, sessizce arkasından yürüdü.

 

Sieun salona döndüğünde kalabalık hâlâ oyundaydı. Juntae bir vuruş yapıyor, Gotak hararetli hararetli “soldan vur, soldan!” diye bağırıyordu. Baku’nun kahkahaları ortamı sarıyordu. Ama Sieun aralarına katılmadı. Elindeki soda kutusunu açmadan bir kenara koydu, sessizce sandalyesine oturdu.

 

Telefonuna döndü. Ama ekranı bile açmadı.

 

Bir iki saniye sonra Suho da salona girdi. Gözleri doğrudan Sieun’u buldu. Ama bu sefer gülümsemedi. Ne oyuncu, ne hafifti bakışı. Biraz temkinliydi.

 

Sessizce yaklaştı. Onun yanına değil, çaprazına, birkaç koltuk ötesine oturdu. Bir şey söylemedi. Ama arada bir göz ucuyla ona bakıyordu.

 

Sieun hiç kıpırdamadı.

 

Baku, Suho’ya döndü. “Ne oldu? Soda bulabildiniz mi, yoksa vending makinesiyle de mi öpüştünüz?”

 

Juntae güldü. Gotak ıstakayı havaya kaldırıp: “Sıradaki takım Sieun’la ben! Ama bu sefer öpüşme molası olmasın lütfen.”

 

Suho cevap vermedi. Hafifçe başını salladı, gözlerini yere indirdi. Sieun da bir şey demedi. Ama eli soda kutusunun kapağında durmuş, açmamıştı hâlâ.

 

Bir süre sadece topların sesi duyuldu. Sonra Gotak, “Bu sessizlik çok garip oldu yalnız,” dedi. “Normalde biri saçma bir şey söyler, Suho da onun üstüne bir şaka yapar. Bugün herkes ciddi.”

 

Kimse cevap vermedi.

 

Suho başını yavaşça kaldırdı, Sieun’a baktı. Onun eli hâlâ kutunun üzerinde duruyordu.

 

Yavaşça seslendi: “Ben biraz hava alacağım,” dedi, kalktı. Kimse karşılık vermedi.

 

Sieun, o anda hafifçe başını kaldırdı ama Suho tam dönmüşken… sadece göz ucuyla baktı. Sonra gözlerini tekrar indirdi.

 

Suho kapıya yönelirken bir an durdu. Arkasını dönmeden, omzunun üzerinden, sessizce söyledi: “Seni korkutmak istememiştim.”

 

Ve çıktı.

 

Sieun’un soda kutusundaki parmakları, sonunda kapağı bastırdı.

 

Pıssst.

Kutu açıldı.

 

 

 

Notes:

bu bölüm için üzgünüm 😭<3

Chapter 16: Bebeğim

Notes:

(See the end of the chapter for notes.)

Chapter Text

Pıssst.

 

Soda kutusunun sesi küçük ama keskin bir yankı gibi duyuldu. Sieun bir yudum aldı, sonra kutuyu dizine koydu. Elini çekmedi; parmakları, tenekedeki buğuyu yavaşça siliyordu. Gözü oyunda değildi. Suho da orada değildi.

 

Sanki herkes uzaklaşmış gibiydi.

 

Sonra yavaşça başını kaldırdı. Gözleri salonun kapısına kaydı. Suho gitmişti. Gerçekten gitmişti mi, yoksa sadece dışarı mı çıkmıştı—emin değildi. Ama bir kısmı, geri döneceğini biliyordu. Yani... umuyordu.

 

“Sieun!” Gotak’ın sesiyle irkildi. “Hadi, sen de gel artık. Oynamıyorsan bile en azından izle.”

 

Sieun gözlerini ona çevirdi. Boş bir bakıştı. Sonra ceketini kolunun altına alıp kalktı. Sessizce masaya yaklaştı ama oynamadı. Oyunun köşesinde, duvara yakın bir yere yaslandı.

 

Kimse bir şey demedi. Onun bu halini tanıyorlardı. Sessizken fazla kurcalanmaması gerektiğini de.

 

Kapı açıldı.

 

Suho.

 

Yavaş adımlarla içeri girdi. Üzerine ekstra bir ifade takınmamıştı bu kez. Gözleri doğrudan Sieun’u bulmadı. Önce diğerlerine baktı. Gülümsedi. Sonra gözleri, alışkanlıkla Sieun’a döndü.

 

Ama bir şey demedi. Onun yakınına gitmedi. Salonun başka bir köşesinde durdu. Ellerini cebine sokmuş, ayakta izliyordu. Her zamanki gibi değil—esprili, sıcak, enerjik hali yoktu.

 

Sakin. Dikkatli. Belki biraz mesafeli.

 

Sieun bir şey hissetti göğsünde. Hafif bir sıkışma. Ama gözlerini kaçırmadı. Suho’yu izlemeye devam etti. O uzak durdukça, onun orada oluşunu daha çok hissediyordu. Sanki bir şey... içinden sökülüp alınmış gibiydi, ama ne olduğunu bilmiyordu.

 

Suho sonunda ona yürümeye başladı. Acele etmeden. Kalabalığın içinden geçerken birkaç şaka duydu, bazılarına başını eğerek karşılık verdi. Sonunda Sieun’un yakınına geldi.

 

Aralarında hâlâ bir yarım metre vardı. Ama bu kez Suho bir şey söylemedi. Sadece yanında durdu. Omzunu duvara yasladı, Sieun gibi. Sessizliğine katıldı.

 

Bir dakika kadar geçti. Sonra Suho fısıltıya yakın bir sesle sordu: “Hala kızgın mısın?”

 

Sieun’un gözleri yavaşça ona döndü. Cevap vermedi. Ama yüzündeki gerilim hafifledi. Dudakları oynadı, belli belirsiz.

 

Bir “hayır” gibiydi ama duyulmadı.

 

Yine de Suho duydu. Gözleri yumuşadı.

 

Sonra Sieun başını çevirip önüne döndü, soda kutusundan bir yudum daha aldı. Bu kez, içtikten sonra kutuyu Suho’ya uzattı.

 

Suho şaşırdı ama aldı. Bir yudum içti, sonra geri verdi. O an kısa sürdü ama aralarındaki gerginlikten bir parça daha koptu.

 

Suho sessizce mırıldandı: “Sieun-ah... sen olmasan ben ne yaparım?” Sieun bunun gerçekten ona yöneltilmiş bir soru olmadığının farkındaydı, sessiz kalmaya devam etti. Daha fazlasına gerek yoktu.

 

Oyun devam etti. Masadan vuruş sesleri geldi. Kahkahalar geri döndü. Ama onlar ikisi, o dar duvar arasında sessizce duruyordu—gerekli olan tek şeyin bu olduğunu bilir gibi.

 

°°°

 

Salonda kalabalık yavaş yavaş dağılmaya başlamıştı. Saat geç olmuştu, oyunların ciddiyeti yerini yorgun şakalara bırakmıştı. Juntae esnemekten gözleri yaşarmış bir haldeydi, Gotak son bir soda daha almaya yeltenip vazgeçmişti.

 

Sieun, ceketi kolunun altına alırken göz ucuyla Suho’ya baktı. O da aynı anda ona bakıyordu. Bu kez gözlerini kaçırmadılar.

 

Sieun, sessizce yanına yürüdü. Suho toparlanmaya yeltendi ama Sieun ondan önce konuştu. Sesi çok alçak ama belirgindi: “Benimle gel.”

 

Suho’nun gözleri bir anda büyüdü. Ama yüzünde hiçbir şey oynamamış gibi yapmaya çalıştı. Sadece kısa bir “Tamam,” dedi. Ama boğazı kuruydu. Kalbi küt küt atıyordu.

 

Baku bir şeyler söyledi ama Sieun duymazdan geldi. Kapıya yöneldiler. Suho da sessizce arkasından yürüdü. Kapıdan çıkarken gece serinliği üzerlerine çöktü. Sessizlik, hava kadar ince ve serindi. Ama bu kez rahatsız edici değildi.

 

Yanyana yürümeye başladılar. Bir süre konuşmadılar. Sokak lambaları adımlarını ışıkla kovalıyor, kaldırımlar sessizce onları izliyordu.

 

Suho’nun parmakları cebindeydi ama her adımda biraz daha yaklaştığını hissediyordu. Sieun’un yanına değil, varlığına.

 

Sonra bir noktada, Sieun yürürken hafifçe ona yaklaştı. Omzu Suho’nun koluna dokundu. Ardından geri çekilmedi. Tam aksine, adımını onunkine denk getirdi.

 

Suho başını ona çevirdi ama bir şey demedi. Sadece izledi. Sieun gözlerini yoldan ayırmadı. Ama oradaydı—Suho’nun yanında.

 

Birkaç adım sonra, Sieun başını hafifçe onun omzuna yasladı.

 

Hiçbir şey demedi. Suho da.

 

Ama nefesi kesildi o anda. Kıpırdamadı. Kolunu kıpırdatmaya bile korkuyordu, çünkü bu yakınlığı bozmak istemiyordu.

 

Gözlerini yavaşça kapadı, sonra açtı. Başını çok hafif eğerek Sieun’un saçına baktı. Gülümsememeye çalıştı ama dudaklarının kıyısı dayanamayıp yukarı kıvrıldı.

 

°°°

 

Kapı kapanır kapanmaz Sieun ışığı yakmadı. Koridordan geçerken yalnızca ayak sesleri duyuluyordu. Salona girdiler. Sadece köşedeki lambayı açtı, loş ve sıcak bir ışık odayı doldurdu.

 

Arkasını döndü.

 

“Ceketini askıya as. Ayakkabılarını düz bırak. Gürültü yapma.”

 

Suho başını eğdi, tek kelime etmeden söyleneni yaptı. Salonda yalnızca nesnelerin hareketi vardı. Sonra Sieun iki bardak su getirdi. Birini sehpanın köşesine koydu. Diğerini elinde tuttu. Suho’ya bakmadan, ama doğrudan bir tonda konuştu: “Kanepeye otur.”

 

Suho usulca oturdu. Sessizdi, bekliyordu.

 

Sieun birkaç adım attı. Önüne geldi. Ayakta, onun hemen önünde durdu. Suyu yavaşça diğer bardağın yanına bıraktı.

 

“Beni dinle. Sakın konuşma.”

 

Suho’nun bakışları yumuşadı ama ağzı kapanık kaldı. Küçük bir baş hareketiyle dinlediğini gösterdi.

 

Sieun bir an başını eğdi. Ellerini cebine soktu, sonra çıkardı. Biraz tedirgin, ama yüzünde hiç oynamayan bir ifadeyle başladı:

 

“Komadayken seni her gün görmeye geldim. Kaldığım günleri saymadım. Ama gözünü hiç açmasaydın, ben orada kalmaya devam edecektim. Bunu kimse bilmiyor.”

 

Bir nefes aldı. Devam etti.

 

“Kimse o yatakta senin nefesini dinlerken içimden geçenleri görmedi. Sessizdim çünkü başka türlü dayanamazdım. Yine de sana o mesajları attım, çünkü varlığının tamamen kaybolduğunu düşünmek beni çileden çıkarırdı. Uyandığında, beni tanıyıp tanımayacağını bile bilmiyordum. O belirsizlik… beni parçaladı.”

 

Suho gözlerini kaçırmadı. Ama hafifçe başını eğdi. Tüm dikkati Sieun'daydı.

 

“Sonra gözünü açtın. Güldün. Espri yaptın. Sanki... hiç ölmeye yaklaşmamışsın gibi. Ben hâlâ kabus görürken, sen komiklik yapıyordun. Bunu kaldırmak kolay olmadı.”

 

Sesindeki ton aynıydı, ama kelimeler ağırlaştıkça arkasındaki yük belli oluyordu. Elleri hafifçe titredi ama yüz ifadesi değişmedi.

 

“Bugün orada… o kadar insanın içinde... bana öyle şeyler söylediğind,  beni öptüğünde...” Gözlerini kaçırdı. Yutkundu. “Ben hayatımda hiç kimseden etkilenmemiştim. Ne yapmam gerektiğini bilmiyorum. Ne kadar dikkat çektiğimizi, nasıl göründüğümüzü... düşünmekten kendimi küçük hissettim.”

 

Başını yeniden Suho’ya çevirdi. Bu kez doğrudan gözlerine baktı.

 

“Beni herkesin önünde böyle sarsma. Senden başka biri yapsa, odayı terk ederdim. Ama sen yaptığında... kalıyorum. Ve bu daha da kötü hissettiriyor.”

 

Suho'nun gözlerinde sessiz bir suçluluk belirip kayboldu. Ama söz vermişti—konuşmayacaktı. Yalnızca bakıyordu. Dinliyordu. Kalıyordu.

 

“Hayatım boyunca birini bu kadar istemedim. Ama bu kadar korktuğum da olmamıştı.”

 

Bir adım geriledi. Ama hâlâ onunla aynı çizgideydi. Gözleri Suho’nun gözlerinde asılı kaldı.

 

Ve o an, içinde tuttuğu şeyler sonunda dayanamayıp yüzüne vurdu. Kaşlarının arasındaki çizgi belirginleşti. Alt dudağı hafifçe titredi. Gözleri nemlendi, ama başını çevirmedi bu sefer. Gözlerini kaçırmadan, usulca ağlamaya başladı.

 

Hiç ses yoktu.

 

Suho olduğu yerde donmuş gibiydi. Ellerini dizlerinin üstünde tutuyordu ama parmakları kıpırdadı. Gözleri doldu. Kendisini tuttu, ama uzun sürmedi.

 

Bir anda ayağa kalktı. Yavaş, dikkatli adımlarla aradaki mesafeyi kapattı.

 

Hiçbir şey demeden Sieun’un yanına geldi. Başını eğip onun göz seviyesine indi. Göz göze geldiler. Suho’nun bakışı hafifçe buğulanmıştı, ama sakindi.

 

Sonra, hiçbir izin beklemeden ama nazikçe, kollarını uzattı ve Sieun’un belinden sarıldı.

 

Sieun kıpırdamadı. Direnmedi de. Başını eğdi, gözyaşları sessizce Suho’nun omzuna düştü.

 

Suho, sesi kısılarak fısıldadı: “Üzgünüm… seni böyle hissettirdiğim için. Gerçekten.”

 

Sadece o kadar.

 

Sarılışı sıkı değildi ama sabit ve güvenliydi. Sieun’un başı Suho’nun omzuna yaslandı. Bir kolunu Suho’nun sırtına doladı, hafifçe bastırdı.

 

“Suho-ya...” dedi kısık bir sesle. “ben senin yanında düzgün düşünemiyorum.”

 

Suho başını yana eğdi, yanağını onun saçlarına yasladı.

 

“Bundan sonra... sana dokunmadan önce iki kez düşüneceğim,” dedi. “Ama seni özlediğimde, bunu da saklayamayacağım. Sadece biraz daha... dikkatli olurum.”

 

Sieun bir şey demedi. Ama Suho’nun tişörtünü sıkıca tuttu. Elleri titriyordu hâlâ.

 

Salonda, yalnızca iki insanın nefesi vardı artık. Işığın altında gölgeleri birbirine karışmıştı. Sözler tükenmişti ama açıklanamayan şeyler hâlâ havadaydı. Ve ilk kez, ikisi de aynı anda… sakinleşmeye başladı.

 

Sarılmaları uzadı. Suho’nun parmakları yavaşça Sieun’un sırtında gezindi, sanki onu kaybetmemek istercesine. Sieun’un nefesi Suho’nun boynuna çarpıyordu. Hâlâ hafif titriyordu ama artık korkudan değil—yoğunluktan, ağırlığından, içinde taşıdığı duyguların bedenine sığmayışından.

 

Suho, başını yavaşça kaldırdı. Gözlerini Sieun’un gözlerine indirdi. Onun yüzü, biraz önceki gözyaşlarının izini taşıyordu. Ama bakışı yumuşaktı, daha açık. Daha savunmasız. Sieun, bu bakışın içinde kalakaldı. Kaçmak istemedi, ama içinde bir yer hâlâ tetikteydi. Yine de kalmayı seçti.

 

“Rahatsız olmuyorsun, değil mi?” diye fısıldadı Suho.

 

Sieun başını hafifçe salladı. “Hayır.” Ve o an bunu söylediği için utanmadı. Aksine, bu dürüstlüğü ilk kez kendi kendine de itiraf etmişti.

 

Suho, elini usulca onun yanağına götürdü. Başparmağıyla gözünün kenarındaki bir damlayı sildi. Sonra yüzünü biraz daha yaklaştırdı. Dudakları, Sieun’un alnına kısa bir öpücük kondurdu. Hafif, saygılı ve sakindi.

 

Sieun’un içi bir anda sıkıştı; bu şefkat ona ağır geliyordu çünkü alışık değildi. Sevgi gösteren bir dokunuşun içinde bile tehdit aramaya alışmıştı. Ama Suho’nun elinde sadece güven vardı.

 

Sieun’un elleri, hâlâ Suho’nun gömleğinin kenarındaydı. Parmakları gevşemedi. Suho’nun alnı onun alnına dayandığında, bir an nefesleri birbirine karıştı. O temas, Sieun’un zihnini susturdu. Nihayet.

 

Hiç konuşmadan, yavaşça salondaki kanepeye birlikte yöneldiler. Suho oturdu. Sieun bir an ayakta bekledi. Kararsızca değil, sadece fazla şey hissedip bunları dengelemeye çalışarak. Sonra Suho’nun yanına oturmadı—dizlerinin üzerine çıktı, bacaklarını Suho’nun iki yanına alıp yüz yüze oturdu. Suho’nun kucağındaydı.

 

Bu pozisyon, onun için kontrol alanıydı. Üstte olmak, düşmemek için. Ama aynı zamanda, Suho’ya en yakın olabileceği yerdi.

 

İkisi de hiç konuşmuyordu. Ama bakışlar her şeyi anlatıyordu. Sieun’un gözlerinde hâlâ savunma vardı, ama arkasında yumuşayan bir teslimiyet de gizliydi.

 

Suho, ellerini Sieun’un kalçalarına koydu, onu fazla bastırmadan orada tuttu. Sieun’un elleri Suho’nun omuzlarına gitti. Yaklaştı, başını Suho’nun omzuna yasladı. Birkaç saniye boyunca, sadece kalp atışlarını duyuyorlardı.

 

Sieun’un göğsü onunkine dayanmıştı. Nefesleri birbirini tartıyordu. Sieun, bu kadar fiziksel bir yakınlıkta bile sakince durabildiği için şaşkındı. Suho’ya duyduğu şey korkudan güçlüydü artık.

 

Suho’nun eli, tişörtünün altından sırtına kaydı. Tenine sadece parmak uçlarıyla dokundu. Sieun, başını kaldırıp ona baktı. Dudakları Suho’nunkilere çok yakındı. Bu kadar yakında olmak, yıllardır bastırdığı o “istek” duygusunu görünür hale getiriyordu. Ve bundan kaçmak istemiyordu.

 

“Dokunmak istiyorum,” dedi Suho, sesi kısık ama netti. “Ama istemiyorsan, hemen dururum.”

 

Sieun cevap vermedi. Ama Suho’nun yakasına tutunan parmakları biraz daha sıkıldı. Bu onun onayıydı, sözcük kullanmadan verdiği. Başını hafifçe eğdi ve Suho’nun dudaklarına yaklaştı. Bu sefer öpücük derindi, ama yavaş. Acele etmeyen, ama susamış bir öpücüktü.

 

Sieun’un zihnindeki bütün gürültüler sustu. Sadece Suho’nun varlığı vardı artık. Ellerinin sıcaklığı, dudaklarının baskısı, ve yavaş yavaş gevşeyen içi.

 

Suho, onu kollarına doladı, hafifçe sırtını sıvazladı. Sarılışında bir telaş yoktu ama içinde yanan bir şey olduğu belliydi. Sieun bunu hissedebiliyordu. Ve korkmuyordu. İlk kez.

 

Zaman bir süreliğine durdu.

 

Öpücükler arasında, nefes ararken, Sieun’un alnı tekrar Suho’nun alnına değdi. Gözleri yarı kapalıydı. Onun bu kadar yakınında olmak, artık bir tehdit değil, bir sığınaktı.

 

“Yanımda kal bu gece,” dedi. Bu kez sesinde emir değil, yalın bir ihtiyaç vardı. Sieun, kendi sesinden çıkan bu dürüstlüğü yadırgamadı. Suho sadece başını salladı.

 

Tekrar öpüşmeye başladılar. Bu sefer daha şehvetliydi. Günlerdir gelen özlemin acısını çıkarır gibiydi. Suho kendini yavaşça çekti, nefesi düzensizdi. Yarı kapalı gözleriyle Sieun’a baktı.

 

“Sieun-ah... bebeğim... yalnızken sana istediğim gibi dokunabilir miyim?” Sesindeki yalvarış Sieun’un nefesini kesti.

 

Sieun’un gözleri bir an kapandı, Suho’nun sesindeki o çatallaşmış tını, tenine dokunmaktan daha fazlasını yapmış gibiydi. “Bebeğim…” kelimesi, içini hem yaktı hem yumuşattı. O an, Suho’nun onu sadece arzulamadığını—onu sevdiğini, ona hayranlık duyduğunu, onu özlediğini—bir kez daha fark etti.

 

Ama cevap vermedi.

 

Sadece başını hafifçe Suho’nun yanağına yasladı. Burnu onun cildine değdiğinde içinden bir şey düştü—bir savunma, bir korku, bir mesafe. Yerine başka bir şey geldi: istemek.

 

Ve bunu kabul etmek.

 

Suho’nun tişörtünün içine giren elleri, şimdi Sieun’un sırtında daha net bir yol çiziyordu. Tenin altındaki titrek sıcaklık, Suho’nun nefesiyle birleştiğinde Sieun’un içi adım adım çözülüyordu.

 

“Dokun,” dedi sonunda. Sesi, öfkesiz ama yorgundu. Uzun süre içinde tuttuğu bir dürtüyü nihayet özgür bırakmanın sesi gibiydi.

 

O kelime, öylece ortada kaldı. Fiziksel bir şeyin değil, duygusal bir kırılmanın izini taşıyordu. Suho’nun bakışları bir an ciddileşti. Parmağıyla Sieun’un yanağını sıvazladı.

 

“Asla,” dedi. Nefesini verir gibi. “Sana bir daha asla zarar vermem.”

 

Sonra dudakları tekrar buluştu. Bu kez sadece arzu değil, bir tür anlaşma, bir tür güven vardı arasında. Suho’nun elleri yavaşça, sabırla hareket etti. Sanki Sieun’un her kıvrımına, her boşluğuna, her çatlağına saygı gösteriyordu.

 

Sieun’un eli, Suho’nun ense köküne kaydı. Parmaklarını saçlarının arasına geçirdi. Başlarını biraz yana eğerek öpüşmeye devam ettiler. Sessizlik, duvarların içinden sızan bir sıcaklık gibi etraflarını sarıyordu. Sieun vücudunun her hücresinin uyandığını hissetmeye başlamıştı. Kendini giderek kaptırıyordu.

 

Suho ellerini Sieun’un kalçasına koyup sıktı ve sertçe onu kendine doğru çekti. Bu hareketiyle ikisinden de bir inleme havaya karıştı. Dudakları giderek daha sert ve istekle öpüyordu. Sieun kontrolü dışında kalçasını oynatmaya başladı. Suho’nun dudakları onunkinden ayrılırken havadar bir inilti bıraktı, kafası kanepenin arkasına düştü. Gözleri kapalı, göğsü hızlı nefeslerle hareketliydi. Kanepedeki kalçasını havaya kaldırarak Sieun’un temasını kovaladı.

 

Sieun’un bütün bedeni yine karıncalanmaya başlamıştı. Pantolonunun içinde sertleşmişti, sızlıyordu. Sertliği Suho’nun alt karnına değiyordu, kendini daha çok bastırdı. Kafası geriye düştü, ağızı aralandı. Derin bir nefes bıraktı. Suho’nun şehvetle dolmuş sesi kulaklarını doldurdu: “Sieun-ah... dayanamıyorum...” dedi, Sieun’un yüzünü tek eliyle kavrayıp kendine çekti. Onu sert ve ıslak bir şekilde öpmeye devam etti. “Çıldırmama az kaldı,” diye fısıldadı dudaklarına.

 

Sieun’un beyni kısa devre yapmıştı bile. Konuşma yetisini tamamen kaybetmişti. Göğsü hızlı hızlı inip kalkarken kalçası durmuyordu.

 

Sieun’un bedeni Suho’nun ellerinin arasında yavaşça titriyordu. Kalçalarının altındaki tutuş, onu daha da bastırıyordu. Dudakları arasında yankılanan nefesler, artık öpüşmeden çok içgüdüsel bir çağrıydı.

 

Suho’nun elleri, Sieun’un bedenini okşarken duraksamıyordu. Tişörtünün altından sıyrılan parmaklar, sırtından beline, oradan kalçalarının kıvrımına doğru ilerliyordu. Her dokunuşu, Sieun’un içini daha da karıştırıyor, alt karın bölgesinde bir sıcaklık, bir çekim, keskin bir yoğunluk yaratıyordu.

 

Pantolonunun içinde sızlayan sertliği Suho’nun alt karnına sürtünüyor, bu temas Suho’nun dişlerini sıkmasına neden oluyordu. Başını geriye atmış, gözleri kısılmıştı. Dudaklarının aralığından çıkan boğuk ses, karanlığın içinde yankılanır gibiydi.

 

“Ah... Sieun-ah,” diye fısıldadı, neredeyse inleyerek. “Beni delirtmek mi istiyorsun?”

 

Sieun’un kalbi güm güm atıyordu. Yutkundu ama boğazı kuruydu. Dudaklarını Suho’nun çenesine sürtüp yanağına bastırdı. Ellerini Suho’nun göğsüne koydu, tişörtünü iki eliyle yukarı sıyırdı. Parmakları, terli sıcak cildin üzerine yayılırken, içindeki ateşin kontrolden çıktığını fark etti.

 

Suho hemen arkasından tişörtünü çıkardı. Sieun’a baktı—gözleri buğuluydu, ama içinde bir şey daha vardı: hayranlık. Sadece arzu değil. Sanki Sieun’a sahip olmak değil, ona dokunmak bile bir ayrıcalıktı onun için.

 

Sieun kalçasını ona bastırarak oynatmaya devam etti. Suho altında titremeye başlamıştı. Kendinden geçmiş duruyordu. Dudakları aralık, saçları dağınık, boynu kırmızı... Suho ona öyle bir bakıyordu ki tam şu an kanepede onu altına alıp içine girmek istiyor gibiydi.

 

Sieun, bu bakıştan utandı. Ama uzaklaşmadı. Tam tersine, dudaklarını Suho’nun boynuna gömdü. Dişleri hafifçe cilde değdiğinde Suho’nun vücudu titredi. Kanepeden kaldırdığı kalçasını Sieun’a bastırarak oynatmaya devam etti. Ellerini Sieun’un beline bastırdı, dudaklarını onun kulağına yaklaştırdı.

 

“Daha fazlasını istiyorum,” dedi kısık bir sesle. “Ama seni korkutmak istemem.”

 

Sieun’un cevabı sözcüklerle değil, bedenle geldi. Kalçasını Suho’ya doğru daha güçlü bastırdı. Sertliği, Suho’nun sertliğine iyice değmişti artık. İkisi de bu temastan başı dönmüş gibi, birkaç saniyeliğine gözlerini kapadı.

 

Suho’nun eli, pantolonun kenarına gitti. Ama durdu. Gözlerini Sieun’a çevirdi. Nefes nefeseydi.

 

“Yapmamı istiyor musun?”

 

Sieun’un gözlerinde tereddüt yoktu. Sadece yanaklarına vurmuş bir sıcaklık ve göğsündeki nefesin ağırlığı vardı. Başını eğdi, dudaklarını Suho’nun dudağının köşesine koydu.

 

“Evet,” dedi. Sesi, fısıltının da altındaydı.

 

Suho’nun gözleri bu kelimeyle birlikte doldu sanki. Dudaklarını yeniden Sieun’unkine bastırdı, ama bu kez yavaşça. Parmakları, pantolonun düğmesini çözerken acele etmiyordu. Sieun’un beli titriyordu, ama geri çekilmedi.

 

Pantolon aralandığında, Suho’nun elleri önce kıyısında bekledi. Bir an durdu, sonra parmaklarını içeri kaydırdı. Sıcak ve nemli bir tenin altında, sabırsızca atan bir istek vardı. Suho nefesini tutarak, parmak uçlarını yavaşça aşağıya doğru ilerletti.

 

Sieun’un başı Suho’nun omzuna düştü. Nefesi kesilmişti. Sırtı hafifçe kavislenmişti. Dudakları Suho’nun boynunu aradı, dişleriyle hafifçe tuttu. Suho gırtlaktan gelen bir sesle inledi.

 

Suho’nun parmakları, pantolonun içinde fazla ilerlemedi. Sadece oradaydı; varlığıyla, sıcaklığıyla, Sieun’un bedenine ‘buradayım’ diyor gibiydi. Ama hareket etmedi. İkisinin de kalbi göğüslerinden dışarı çıkacakmış gibi atıyordu.

 

Sieun’un başı hâlâ Suho’nun omzundaydı. Dudaklarını oraya bastırmıştı, nefesi sıcak ve düzensizdi. Ama teninin içindeki yanma, yalnızca arzu değildi—kırılganlıkla birleşen bir açıklıktı bu. Daha önce hiç yaşamadığı bir şey.

 

Suho, yüzünü hafifçe eğip Sieun’un saçlarını kokladı. Parmakları hâlâ kıyının kenarındaydı, ama ilerlemiyordu. Sieun başını kaldırıp dudaklarını bileştirdi. Suho’nun eli şimdi boxerının üstünde sertliğini kavramıştı. Sieun kendini onun eline doğru sürtmeye başladı. Her hareketinde Suho’nun altında kalan penisine sürtünüyordu. Suho oturduğu yerden kalçasını kaldırıp Sieun’a bastırmaya başlamıştı. Birbirlerinin ağızlarına doğru iniltiler bırakarak hareket ettiler. Vücutlarının yakaladığı ritim baştan çıkarıcıydı, Sieun’un bütün duyuları felç olmuş gibi sadece Suho’yu hissediyordu.

 

Sieun, Suho’nun saçlarını çekerek onu kendine doğru bastırdı. Tek eli onun göğsünden kayarak pantolonunun düğmesine gitti, yavaşça açmaya çalıştı. Elinin altındaki penis seyirdi ve Suho başını geriye atarak inledi. Sieun’un hayatında duyduğu en güzel ses onun inlemeleriydi. Sieun elini yavaşça boxerının içine doğru sokuyordu ki-

 

Kapının kilit şifresinin girildiğini belirten elektronik bip sesi ikisinin de kulağında bomba etkisi yarattı.

 

Sieun’un bedeni bir anda kasıldı. Suho’nun göğsüne bastırdığı ellerini çekmedi ama hareketi donmuştu. Gözleri büyüdü, başını çevirmeye bile cesaret edemedi.

 

“Sieun?” Kadın sesi kapının dışından gelince zaman bıçak gibi kesildi.

 

Suho’nun elleri hâlâ onun bedenindeydi ama şimdi her şey yanlış bir yerden sızıyor gibiydi. Birkaç saniyeliğine bakıştılar. Sadece göz bebekleri hareket ediyordu.

 

“Annem,” dedi Sieun, neredeyse sesi çıkmadan.

 

Suho, refleksle hemen hareket etti. Bacaklarının arasından kayarak kalktı, pantolonunu düzeltmeye çalışırken neredeyse tökezliyordu. Sieun hâlâ kucağındaymış gibi oturuyordu, gözleri boşluktaydı ama bedeni alarmdaydı.

 

Kapı açıldı.

 

 Sieun kanepede hareket ederek önüme döndü.  Ana ışık yanmadığı için salon yarı karanlıktı, ama Sieun’un annesi içeri girince otomatik lambalardan biri koridorda yandı.

 

“Sieun? Işık neden kapalı? Geldim ben.”

 

Ses yaklaştıkça Suho’nun nefesi sıklaştı. Tişörtünü yerden alıp üstüne giydi, saçlarını çekiştirdi, kanepeden bir yastık aldı, yüzüne yarı gizlemek ister gibi tuttu.

 

Sieun ise hâlâ oturduğu yerdeydi, elleri dizlerinin üzerinde sıkılıydı. Pantolonunu çekiştirirken sesi titreyerek “Salondayım!” dedi.

 

Annesi, ayakkabılarını çıkarırken devam etti: “Geç oldu, işler uzadı. Siz erken dağılmışsınızdır diye düşündüm ama ışıklar kapalı olunca bir şey oldu sandım.”

 

Koridordan gelen adımlar salona yaklaştı. Suho panikle arkasına döndü, mutfağa mı kaçsa yoksa arkasına mı saklansa bilemiyordu. Mutfağa kaçtı.

 

Sieun, derin bir nefes aldı. Fısıltıyla konuştu, “Annemin, geleceğini bilmiyordu—”

 

Ama kadın zaten içeri girmişti.

 

Salona adımını attığında gözleri loş ışığa alışmaya başladı. Gördüğü ilk şey, hafif dağılmış kanepeydi. İkinci şey, mutfağa yarı saklanmaya çalışan genç bir adamın omzuydu.

 

Gözleri hafifçe kısıldı. “Suho mu o?”

 

Suho, istemsizce doğruldu. Tişörtü buruşmuş, saçları dağınıktı ama yüzüne zoraki bir tebessüm yerleştirerek öne çıktı.

 

“Merhaba… Teyze. İyi akşamlar.”

 

Kadın, birkaç saniye sessiz kaldı. Gözleri Suho’nun yüzünden, sonra oturan oğluna, sonra tekrar Suho’ya kaydı. Yüzünde tam olarak ne olduğu belli olmayan bir ifade belirdi.

 

“İyi akşamlar,” dedi sonunda. “Siz hâlâ buradaydınız demek.”

 

Sesinde açık bir sorgulama yoktu ama beklenti yüklüydü.

 

Sieun ayağa kalktı, üstünü düzeltti. Gözleri hâlâ ıslaktı ama toparlamıştı kendini. “Biz… şimdi yatmaya gidiyorduk. Suho gece burada kalacak.”

 

Kadının bakışı yer değiştirdi, bir an Sieun’un gözlerine takıldı, sonra hızlıca kaçtı. Gerginliğin altında bir şeyler vardı ama ne anlayabilirdi ki? Annesi, yıllardır olduğu gibi soğuk, mesafeliydi; ama bu sefer daha kırılgandı, biraz daha yorulmuş gibiydi.

 

“Tamam,” dedi kısık ve biraz sert bir sesle. “Ama ses yapmayın. Yarın erken kalkacağım.”

 

Sözü üzerine sessizlik çöktü. Kadın, biraz arkasını dönüp hızla koridora yürüdü. Kapının ardına geçer geçmez, kapıyı yavaşça kapattı; arkasından odanın havası bir anda değişti.

 

Suho hâlâ oradaydı, tişörtü buruşuk, saçları karışık ve dudakları kırmızı. Annesinin ne döndüğünü anlamamış olması imkansızdı, yine de basılmaları Suho’nun suçu değildi. Gözlerini Sieun’dan kaçırarak, sessizce yastığa baktı. O anın üzerindeki ağırlık ikisinin omuzlarındaydı. Sieun ona baktı; hâlâ tereddütlüydü, ama sıcaklığı yok değildi.

 

Notes:

bu bölümden sonra bıç yemem dimi😔🫶🏻

Chapter 17: Seramik Atölyesi

Notes:

(See the end of the chapter for notes.)

Chapter Text

Suho hâlâ ona bakmıyordu. Parmakları yastığın etrafında kenetlenmişti, eklemleri beyazlaşmıştı. Az önceki sıcaklık—aralarındaki yoğunluk—kalın bir utanç ve açıklığa yakalanmışlık hissiyle boğulmuştu sanki.

 

Sieun ona doğru bir adım attı.

 

“Başın belada değil,” dedi, sesi yumuşak ama kararlıydı. “Sorun yok.”

 

Suho sonunda başını kaldırdı. Gözleri karışıktı—mahcup, gergin ama hâlâ dakikalar önce odayı dolduran duygularla dolu. “Ben... dikkatli değildim. Özür dilerim.”

 

“Ben de değildim,” dedi Sieun. “Ama bu senin suçun değil. Onun bu gece geleceğini bilmiyordum.”

 

Bir sessizlik oluştu. Yoğun, ağır bir sessizlik. Suho derin bir nefes verdi ve yastığı kanepeye bıraktı. “Sence... her şeyi gördü mü?”

 

Sieun başını salladı. “Hayır. Sadece... ne yaptığımızı anlayacak kadarını.”

 

Suho küçük, tatsız bir gülümseme gösterdi. “Harika.”

 

Sieun ona yaklaştı, koluna hafifçe dokundu. “Utanmana gerek yok.”

 

Suho gözlerini kırpıştırdı. “Utanmıyorum. Sadece... sanki senden almamam gereken bir şeyi almışım gibi hissediyorum.”

 

Sieun’un kaşları çatıldı. “Hiçbir şey almadın. Ben verdim. Ben istedim.”

 

O an gelen sessizlik bu kez rahatsız değildi. Doluydu.

 

“Beni burada kalmanı hâlâ istiyor musun?” diye sordu Suho.

 

Sieun bir saniye bile düşünmedi. “Evet.”

 

Bu tek kelime, ikisini de yere bastı sanki. Az önce neredeyse kopan ip tekrar yakalanmış gibiydi. Sieun derin bir nefes aldı ve Suho’nun elini tuttu.

 

“Hadi,” dedi. “Odama geçelim.”

 

Sessizce yürüdüler. Koridor karanlıktı, evde sadece tahta döşemelerin yumuşak gıcırdaması duyuluyordu. Odaya girince, Sieun kapıyı yavaşça kapattı ve kilitledi. Bu sefer korkudan değil—bu gece sadece onlara ait olsun diye.

 

Oda karanlıktı, perde aralığından sızan sokak lambasının ışığı dışında. Bir süre birbirlerine baktılar. Ne konuşma vardı, ne acele. Sadece aralarında derin ve sessiz bir bağ.

 

Sieun uzanıp Suho’nun alnına düşen bir saç telini düzeltti.

 

“Gel buraya,” dedi.

 

Ve Suho kollarına girdiğinde, bu kez bir ateş değil—bir sıcaklıktı. Bir sığınak gibiydi. Yavaşça yatağa geçtiler. Önceki gibi değil, dikkatlice, özenle. Suho başını Sieun’un göğsüne yasladı, kalp atışını dinledi.

 

“Teşekkür ederim,” diye fısıldadı.

 

Sieun gözlerini kapadı, çenesini Suho’nun başına yasladı.

 

“Ne için?”

 

“Beni yanında tuttuğun için. Beni itmediğin için. Her şey için.”

 

Sieun hemen cevap vermedi. Sadece daha sıkı sarıldı.

 

Ev o gece boyunca sessiz kaldı. Ve o sessizlikte, ince bir yorganın altında, iki insan yan yana uzandı—ne tutkudan ne zorunluluktan. Sadece gerçekten orada olmak istedikleri için.

 

Yan yana. Kalp kalbe. Sakin.

 

°°°

 

Sabah odanın içine ince bir ışık süzülüyordu. Perdenin aralığından gelen günışığı, duvara yumuşak bir sarılık bırakmıştı. Kuş sesleri uzaktan duyuluyordu. Hava açıktı ama serin.

 

Sieun gözlerini ilk açan oldu. Birkaç saniye boyunca nerede olduğunu anlamaya çalıştı. Sonra göğsündeki sıcaklığı, düzenli nefesleri fark etti. Suho, yüzü ona dönük, hâlâ derin uykudaydı. Yorgun değil, huzurlu görünüyordu.

 

Saçları karışmıştı, dudağının kenarında küçücük bir çizgi vardı. Sieun bir süre onu izledi. Uyurken daha genç, daha kırılgan duruyordu. Belki de en çok bu hâlindeydi sevdiği.

 

Başını hafifçe yasladı, gözlerini tekrar kapattı. Ama o an, Suho’nun kirpiklerinin titrediğini fark etti. Suho’nun nefesi, tişörtünü ılık ılık kabartıyordu. Bu rahatlık, Sieun’u huzursuz edecek kadar sakindi. Bu huzurun varlığı onu kaybetme korkusuyla sardı.

 

Suho’nun kirpikleri tekrar titredi. Ardından gözlerini açtı, birkaç saniye önüne baktı, sonra başını hafifçe kaldırıp Sieun’a döndü.

 

“Günaydın,” dedi, sesi hâlâ uykuluydu.

 

Sieun hafifçe başını salladı. “Günaydın.”

 

Sieun’ın gözleri yüzüne kaydı ama bir şey demedi. Suho biraz daha yaklaştı, kafasını yeniden Sieun’un göğsüne yasladı. “Birkaç dakika daha burada kalayım.”

 

“Beş,” dedi Sieun, gözlerini kapatarak.

 

Beş dakikanın üzerinden çoktan geçmişti. Sieun hâlâ gözleri kapalıydı ama uyanıktı. Suho’nun nefesi, göğsünde yavaşça iniş çıkışlarla sürüyordu. Sıcaklığı tenine geçmişti. Tuhaf olan, hâlâ hareket etmemiş olması değildi; tuhaf olan, bunu istememesiydi.

 

Suho başını hafifçe kaldırdı. Parmaklarını yorganın kenarında gezdirdi, sonra Sieun’un tişörtünün altına kaydırdı. Sıcak avucu, tenine dokunduğunda Sieun bir an gözlerini açtı. Geri çekilmedi.

 

“Üşümüşsün,” dedi Suho, sesi kısık ama uyanıktı artık.

 

Sieun bir şey demedi. Gözleri Suho’nunkilerle buluştuğunda, içinde bir şeyin kıpırdadığını hissetti—anlamlandırılamayan ama tanıdık bir şey.

 

Suho yaklaştı. Önce alnına bir öpücük kondurdu, sonra burun ucunu dudaklarına hafifçe değdirdi. Öpüşmediler. Sadece o dokunuşta bir şey aktı. Beklenmedik bir yakınlık, açıklanamaz bir ihtiyaç. Sieun’un kalbini ısıtan bir yakınlıktı.

 

Sieun gözlerini kapattı. Birkaç saniye sonra Suho’nun dudakları onun dudaklarına geldi. Bu sefer gerçek bir öpücüktü. Sessiz, kısa, yumuşak. Ne telaşlıydı ne de utangaç. Sadece oradaydı. Öpücüğün içinde kayboldu, kendini Suho’nun ellerine teslim etti.

 

Suho başını geri çektiğinde, Sieun’un yüzünde belli belirsiz bir ifade vardı. Ne tam yumuşamıştı ne de uzak. Ama geri çekilmediği açıktı. Gözleri hafif aralık, nefesi derindi.

 

“Kahvaltı?” diye sordu Suho.

 

Sieun başını salladı. “Olur.”

 

°°°

 

Kahvaltı sade geçti. Birkaç haşlanmış yumurta, biraz deniz yosunu, pirinç ve çorba. Sieun çok konuşmadı; zaten Suho da onu konuşturmak için zorlamadı. Aralarındaki sessizlik artık bir engel değil, başka bir tür anlaşmaydı.

 

Kahvaltıdan sonra bulaşıkları sessizce kaldırdılar. Suho masayı silerken bir an durdu, sonra arkasını dönmeden konuştu.

 

“Bugün... bir yere gitmek ister misin?”

 

Sieun kaşığını lavaboya bırakırken ona baktı, ama cevap vermedi. Suho biraz tereddütle devam etti:

 

“Bir seramik atölyesi var. Yakın. Önceden birkaç kez geçmişimdir önünden. Uğrayabiliriz... İstersen.”

 

Sieun bir an durdu. Gözleri Suho’nun sırtına takıldı. “Şimdi mi?”

 

Suho başını çevirip baktı. “Evet. Dışarı çıkmak fena olmaz.”

 

Sieun başını hafifçe salladı. “Tamam. Üstümü değiştiriyorum.”

 

Suho’nun dağınık saçlarına ve parıldayan gözlerine son bir kez daha baktı. Yatakta hissettiği o sıcaklık geçmemişti. Aksine, Suho’nun az önce dudağının kenarına bıraktığı öpücük, teninde yankı gibi duruyordu. Ve Suho’nun sesi… hafif kısık, uykulu… O sesi duyduğunda boynundan aşağıya inen ürperti hâlâ geçmemişti.

 

Koridora doğru ilerlediğinde mutfaktan ses geldi: bardak sesi, su sesi, Suho’nun iç çekişi. Sieun yavaşça odasına yürüdü. Tişörtünü çıkarırken aynadaki yansımasına göz ucuyla baktı. Omzundaki hafif kızarıklığı fark etti. Suho’nun dün gece dudağının değdiği yerdi. Parmağıyla dokundu, cildi hâlâ sıcaktı.

 

Dolabı açarken Suho kapının kenarından belirdi. Gözleri kısa bir an Sieun’un çıplak sırtına takıldı. Hemen sonra bakışını kaçırdı ama çabası boşa gitti; kulaklarının kızardığını Sieun bile fark etti.

 

“Bir bardak çay içelim mi önce?,” dedi Suho, sesi çatallaşmıştı.

 

Sieun, tişörtünü giyerken sadece başını salladı. Ama içinden geçen daha karmaşıktı. Suho’nun bakışını yakalamıştı. O bakışta bir şey vardı—yalnızca istemek değil, sabretmek de vardı. Dizginlenmiş bir şey. Suho kendini tuttuğu için mahçup gibiydi. Bu kontrol, Sieun’un içinde bir şeyleri daha fazla uyandırıyordu.

 

Altına bol bir pantolon geçirdi, sonra mutfağa döndü.

 

 Çay içerken ikisi de sessizdi ama sessizlik, geceki gibi kırılgan değildi. Suho’nun parmakları çay bardağının etrafında gezindiğinde, Sieun o elleri düşündü. Dokunuşunu, baskısını, sıcağını. Damarları belirgindi, bilekleri ince ama güçlüydü. O eller ona ne yaptığını düşündükçe, boğazına bir düğüm oturdu.

 

Suho o an gözlerini kaldırdı, onu yakaladı.

 

Sieun hiç bozuntuya vermedi, başını çevirdi. Ama Suho’nun dudağının ucunda kısa, sanki zafer kazanmış gibi bir gülümseme belirdi.

 

Sieun’un kafasında bir görüntü belirmişti: Suho’nun kolları dirseğine kadar sıvanmış, elleri ıslanmış, saçları alnına düşmüş... Yüzünde yoğun bir ifade. O haliyle—yarı ciddi, yarı dağınık—çekici olacağı çok açıktı. Gözleri istemsizce Suho’nun koluna kaydı. Tişörtün kolundan dışarı taşan kas çizgileri, damarlarla beraber daha da belirginleşmişti. O kolların gücünü daha önce hissetmişti.

 

Boğazını temizledi.

 

“Gidelim,” dedi kısa bir şekilde. Gözleri çabucak Suho’nunkilere dönmeden, kalktı.

 

°°°

 

Atölye kalabalık değildi. Uzun masalar, çamur kalıpları, döner tezgahlar… Havada hafif bir toprak kokusu vardı. İçerisi ılık ve sessizdi.

 

Sieun başlangıçta sadece izledi. Suho önlüğünü bağlamaya çalışırken beceriksizce düğümlerle uğraşıyordu. Saçlarını gelişi güzel düzeltmişti ama bir tutamı düşüp gözlerine inmişti. Kaşlarını çatıp o teli üflemeye çalışınca, Sieun istemsizce gülümsemek istedi ama kendini tuttu. Hiçbir şey yapmadı ama gözlerini kaçırmadı.

 

“Ne? Neden bakıyorsun öyle?” diye mırıldandı Suho.

 

Sieun sadece başını eğdi ve tezgaha geçti. Atölye sahibi kısaca anlattıktan sonra onları yalnız bıraktı. İkisi de önlükleri taktı. Suho, eline aldığı çamurla uğraşmaya başlarken göz ucuyla Sieun’a bakmayı ihmal etmedi. Sieun’un parmakları suyun içinde, dikkatle çalışıyordu. Bileklerinden aşağıya doğru çamur süzülüyor, parmak uçlarında şekil kazanıyordu.

 

Suho bir süre kendi işine odaklanamadı. Altında dönen çamur kütlesi darmadağın oldu. İç geçirip durdu.

 

“Senin yüzünden yapamıyorum,” dedi.

 

Sieun ona baktı. “Ben ne yaptım?”

 

“Hiçbir şey yapmadan dikkatimi dağıtıyorsun.”

 

Sieun bakışlarını onun parmaklarına kaydırdı. “Çamurla savaşma.”

 

Suho dudaklarını büktü. “Seninki neden bu kadar düzgün? Haksızlık bu. Gizli yeteneğin mi var?”

 

Sieun çamura eğildi. “Hayır. Sen fazla bastırıyorsun.”

 

Sieun bir anlık bir bakışla gözlerini Suho’ya dikti. Sessizce süzdü. Gözleri Suho’nun önlüğünün üzerinden yukarı, dirseklerine, kollarına, o güçlü ellerine takıldı. Suho’nun elleri çamura batmıştı, ama parmak kemikleri ve bilek yapısı yine de çok netti. Sadece o an değil, gece boyunca da ellerinin ne kadar iyi çalıştığını biliyordu.

 

İçinden bir şey yükseldi. Bir sıcaklık, bir kıpırtı. Gözleri hafifçe kısıldı.

 

Suho o bakışı yakalayınca kıpkırmızı oldu. “Senin bu bakışların,” dedi kısık sesle. “İnsanı... tuhaf yapıyor.”

 

Sieun hafifçe omzunu silkti, tekrar çamura döndü.

 

Ama Suho, o bakışın etkisinden uzun süre çıkamayacaktı. Ve Sieun da, Suho’nun ellerine bir daha baktığında, o gece hissettiklerini tekrar tekrar hatırlamaktan kendini alıkoyamayacaktı.

 

Sieun bozuntuya vermedi. Ama elleri çalışırken gözleri birkaç saniyede bir Suho’ya kayıyordu artık.

 

Suho, bir anda kendi şekilsiz çömleğine baktı, sonra kolunu üzerine siper etti. “Bu görülmeye hazır değil. Lütfen yorum yapma.”

 

Sieun başını hafifçe yana eğdi. “Ama ben sadece... izliyorum.”

 

Suho’nun yanaklarına renk geldi. “Sen susunca daha da kötü oluyor.”

 

Sieun’un gözleri yavaşça onun bileğine kaydı. Çamura bulanmıştı ama güçlüydü. Güzel bir bilekti. Sonra gözleri Suho’nun dudağına indi. Üst dudağının bir kenarında sabah öpücüğünün bıraktığı hafif kuruluk hâlâ duruyordu.

 

Suho çömleğini alıp yan masaya taşıdı. “Artık yalnız çalışacağım. Bu enerjiyle düzgün bir şey yapamam.”

 

Sieun onun arkasından baktı. Kımıldamadı. Ama gözlerinin içi, bir anlığına güldü. Dışarıdan hâlâ sessiz, ifadesizdi. Ama içindeki dalga kıyıya çoktan vurmuştu.

 

°°°

 

Seramik atölyesinde hava hafif tozlu, çamurun nemli kokusu etraflarını sarmıştı. Sieun tezgahın başındaydı, elleri dikkatle çamura şekil veriyordu. Ama gözleri sık sık Suho’nun kollarına, parmaklarının hareketine kayıyordu. Suho, biraz geride duruyor, ellerini biraz daha sıkıyor, arada Sieun’a bakıyordu — ama göz temasını hemen kesiyordu.

 

Sieun’un içinde, Suho’nun kolundaki belirgin damarlar, kaslarının kıvrımları bir elektrik gibi ilerliyordu. O bakışları bir davetti ama Sieun’nin sınırları vardı; derinlerde, kendi koyduğu çizgiler. Ellerini çamura yatırırken, o duygunun önüne geçmeye çalışıyordu.

 

Suho ise içten içe yanıyordu. Her Sieun’un bakışında daha fazla çözülüyordu, istemeden sesini yükseltiyor, hareketlerinde daha gerginleşiyordu. Kendini tutmakta zorlanıyordu ama bunu belli etmemek için nefesini bile tutar gibiydi. Sanki az sonra “lütfen, bana dokun” diye yalvaracakmış gibi.

 

Sieun, Suho’nun halini hissetse de dışarıya yansıtmıyordu. Gözleri hâlâ keskin, soğuk ama o an içinde kırılgan bir istek büyüyordu; ne kadar direnirse dirensin.

 

“Sakin ol,” dedi, sesi sakin, biraz daha alçak ama altında o gerilim hissediliyordu.

 

Suho başını hafifçe eğdi, o an yüzünde kırık bir gülümseme belirdi. “Seni kızdırmayacağım,” diye fısıldadı. Ama içten içe ne kadar zor tuttuğunu Sieun hissediyordu.

 

Sieun kısa bir an için ellerini durdurdu. Suho’nun bakışlarıyla kendi sınırlarının nasıl yumuşadığını, ellerinin istemsizce ona doğru kaymak istediğini fark etti. Ama çekindi. Bir adım geri çekildi.

 

Atölyede zaman ağır ağır akarken, aralarındaki görünmeyen ipler hem geriliyor hem de kopmamak için direniyordu.

 

°°°

 

Atölyede geçen zaman yavaşça sona ererken, Sieun son dokunuşlarını yapıyordu. Çamurdan şekillendirdiği parça, sadeliği ve kusursuz çizgileriyle dikkat çekiyordu. Seramik, onun karakteri gibi; kontrollü, net, neredeyse soğukkanlıydı.

 

Suho ise kendi eserine bakarken yüzünü buruşturdu. Çamurdan yaptığı parça, daha çok karikatürize bir şeye benziyordu — eğri büğrü, garip kıvrımlar, hafifçe yamuk bir kupa. Yanındaki herkes gülmeye başlamıştı, ama Suho buna aldırmıyor, hafifçe mızmızlanıyordu.

 

Sieun, onun haline bakıp dudaklarının kenarına küçük bir tebessüm yerleşir gibi oldu. “Seninki biraz... kendine has olmuş,” dedi, sesi soğuk ama içinde hafif bir alaycılık vardı.

 

Suho gözlerini kocaman açtı, tam bir çocuk edasıyla, “Elimden geleni yaptım!” dedi. “Senin kadar profesyonel değilim, ama denedim!”

 

Sieun ona doğru yürüdü, elini Suho’nun omzuna koydu. Gözleri biraz daha yumuşamıştı, ama hala netti. “Güzel denedin,” dedi.

 

Suho biraz sırıttı, sonra espriyle, “Bence de,” dedi. “Ama bir dahaki sefere senden daha iyi yapacağım.”

 

Sieun arkasını döndü, gayet ciddi bir sesle, “Daha çok çalışman lazım,” diye mırıldandı.

 

Dışarı çıkarken, ikisi de hafifçe rahatlamıştı. Sieun, Suho’ya baktığında içindeki çekimin ve sınırların karmaşık dansını hissedebiliyordu; Suho ise o bakışların etkisiyle bir yandan kendini tutuyor, diğer yandan zorluyordu.

 

Hafif bir sessizlik içinde, seramik atölyesinin kapısından dışarı çıktılar.

 

°°°

 

Kapı kapandığında evin içi yeniden sessizliğe gömüldü. Ayakkabılar çıkarıldı, anahtar masaya bırakıldı. Loş ışıkta, birbirlerine bakmadan salona geçtiler ama hava artık farklıydı. Atölyedeki gerginlik değil bu—daha yoğun, daha açık bir beklenti vardı havada.

 

Suho montunu çıkardı, sonra yavaşça döndü. Sieun hâlâ ayakta, elleri cebinde, ona bakıyordu. Soğuk değildi, ama bakışı durağandı; alışıldık ifadesizliğiyle. Sadece gözleri bir şeyler söylüyordu—henüz dile gelmemiş, ama reddedilmemiş bir çağrı gibi.

 

Suho bir adım attı.

 

“Sana dokunabilir miyim?”

 

Sesindeki çatlak, yavaşça çatlayan sabrının sesi gibiydi.

 

Sieun birkaç saniye boyunca cevap vermedi. Gözlerini kaçırmadı ama. Sonra yavaşça başını salladı.

 

O anda Suho’nun yüzündeki gerilim çözüldü. Uzun bir gün boyunca içinde tuttuğu arzuyu artık saklamıyordu. Yaklaştı. Elleri önce Sieun’un yüzüne uzandı—dikkatli, tedirgin ama nihayet kararlı.

 

Parmakları çenesine dokunduğunda Sieun hafifçe geriye çekildi, ama bu bir kaçış değildi. Bir tür testti. Ve Suho, bekledi. Gözlerini onunkilere kilitleyerek.

 

Sieun ileriye eğildi.

 

Bu sefer öpüşmeleri sessiz değildi. Dudakları birbirine değdiğinde hava ısındı. Suho’nun elleri onun beline kaydı, Sieun’un ise parmakları Suho’nun tişörtünü kavradı, içeri doğru kıvrıldı.

 

Salona yürümeye başladılar, dudakları hâlâ birbirindeyken. Kanepeye ulaşmadan, Suho onu duvara yasladı. Yavaş, acele etmeyen ama geri de çekilmeyen bir tutkuyla.

 

“Bütün gün kendimi tuttum,” dedi Suho, nefesi kesik. “Bir daha yapamam.”

 

Sieun cevap vermedi. Tişörtünü sıyırırken Suho’nun kol kaslarına ve göğsüne baktı. Gözleri, daha önce kaçırdığı detayları ezberliyormuş gibi ağır ağır gezindi. Derisinin altındaki damarlar, sıcaklıkla hafifçe belirginleşmişti.

 

Suho onun bakışını yakaladı.

 

“Böyle bakma,” dedi kısık bir sesle. “Kontrolüm zaten pamuk ipliğinde.”

 

Sieun başını eğdi, dudaklarını Suho’nun omzuna bastırdı. Sessizdi ama eli, beline dolandı. Cevap vermemesi, onay vermediği anlamına gelmiyordu. Artık hiçbir şey onu durdurmuyordu.

 

Kanepeye ulaştıklarında Suho onu dikkatlice oturttu. Üzerine eğildiğinde, bir an durdu.

 

“Emin misin?”

 

Sieun’un gözleri onun gözlerine sabitlendi. Sonra sessizce başını salladı.

 

O andan sonra, kelimeler gereksizdi.

 

Notes:

ÇOK TATLI YORUMLAR GELİYO MOTİVE OLUYORUM<33

Chapter 18: Kes Sesini

Notes:

(See the end of the chapter for notes.)

Chapter Text

“Emin misin?” Suho’nun sesi derinlerden, kendini uçurumun kenarından çekmeye çalışan bir adam gibi çıkmıştı.

 

Sieun sessizce ona baktı. Bakışlarından anlaşıldığı kadarıyla konuşacak mecali yoktu. Bütün vücudundan elektrik telleri geçiyor gibi titriyordu. Başını kaldırmadan bakışları Suho’nun gözlerini buldu, emin miydi? Evet. Başını sessizce salladı.

 

Tam o anda Suho’nun kayışlarının koptuğunu gözlerinden görmek mümkündü. Gözbebeklerinin içinde çakan şimşekler sanki Sieun’un içini aydınlatıyordu.

 

Suho kanepede tam önünde dizlerinin üstüne çöktü, Sieun’u ensesinden kavrayıp kendine çekti. Öpüşü sertti. Sanki günlerdir susuz kalmıştı da Sieun’un dudakları tek su kaynağıydı. Dili onun ağzının içinde kayıyor ve her köşesine değiyordu.

 

Suho’nun öpücüğü Sieun’un içini delip geçerken, Sieun kendini ona bırakmamak için birkaç saniye direnmişti—ama vücudu çoktan kararını vermişti. Parmakları Suho’nun omuzlarına, sonra boynuna kaydı. Onu kendine daha da yaklaştırdı. Suho’nun sıcaklığı, ağırlığı, dokunuşu—hepsi birlikte Sieun’un aklını bastırıyordu.

 

Suho geri çekilmedi. Ellerinden biri Sieun’un beliyle kanepenin arasına girdi, diğeri saçlarının arasına kaydı. Dudakları bir anlığına Sieun’un boynuna indi, tenine bastırıldı. Sieun’un ağzından, bastırılmış ama derin bir soluk çıktı. Sanki o an kendi bedeninden bile emin olamamış gibiydi.

 

Suho, onu öylece tutarken, gözlerini kapadı. Nefesi hâlâ hızlıydı ama içinde bir şükür vardı. “Senin bu hâlini… daha fazla tutamam kendimi,” diye fısıldadı, sesi kısıktı, neredeyse öfkeyle doluydu—ama öfke kendineydi. Onu daha önce bu kadar arzuladığı bir an olmamıştı.

 

Sieun’un göğsü hızla inip kalkıyordu. Konuşmaya çalıştı ama sesi çıkmadı. Gözleri Suho’nunkilere takılı kaldı. Dudakları aralandı, sonra tekrar kapandı. Ama söyleyemediği her şey gözlerindeydi. Onu durdurmadı.

 

Suho bu kez yavaşladı. Dudakları Sieun’un çenesinden boynuna, oradan köprücük kemiğine indi. Her dokunuşunda, sanki tanıdığı bir yeri tekrar buluyormuş gibi dikkatliydi ama sabırsızdı da. Parmakları, Sieun’un tişörtünün altına girdiğinde Sieun ürperdi. Karşı koymadı. Bir şey söylemedi. Sadece Suho’nun saçlarına uzandı, parmaklarıyla hafifçe kavradı. Biraz çekiştirdi, Suho’nun hoşuna gittiğini artık çoktan biliyordu. Tahmin ettiği gibi, Suho gözleri geriye kayarken inledi. Bu görüntü olduğu gibi kanı vücudunun güneyine pompaladı.

 

Suho’nun elleri, onun sırtında dolanırken Sieun gözlerini kapadı. Teninin altındaki her sinir ucu, Suho’nun ellerini takip eder gibiydi. Tişörtü yukarı çekildiğinde, Sieun’un nefesi kısa bir an durdu. Ama direnmedi. Geri çekilmedi, kollarını kaldırıp tişörtün yerle buluşmasına izin verdi.

 

Suho onun çıplak tenini avuçluyor, derisinde iz bırakmak ister gibi ellerini bastırıyordu. Dudakları tekrar birleşti, Suho’nun çıplak karnı kalçalarına dayanmıştı. Sieun kendini ona daha çok bastırdı. Eğilmekten boynu ağrıdığı için kendini Suho’nun dudaklarından geri çekti. Suho bu pozisyonun Sieun için rahatsız olduğunu anlamış olacaktı ki onu göğsünden ittirip kanepeye yasladı. Sieun beli boşlukta, omuzları kanepeye dayalı bir şekilde oturuyordu. Gözleri Suho’nun gözlerini bulurken bakışlarında soru işareti vardı.

 

“İstemezsen beni durdur,” dedi Suho, sesi o kadar kalın çıktı ki neredeyse başka biri gibiydi. Sieun’un bir elini kavrayıp kendi saçlarına götürdü. “Canımı acıtmaktan korkma, rahatsız olursan çek,” diye devam etti, gözlerini an için bile kaçırmadan.

 

Elleri Sieun’un pantolon düğmesine kaydı. Sieun düşünmeyi bırakmıştı, önündeki sahneyi gözleri kocaman olmuş bir şekilde izliyordu. Şu an tahmin ettiği şey mi oluyordu?

 

Sieun’un nefesi boğazında düğümlenmişti. Suho’nun sesi, sözleri, bakışı… hepsi aynı anda üstüne yığılmış gibiydi. Bir şey demedi. Belki de diyemezdi. Ama eli hâlâ Suho’nun saçlarındaydı ve onu çekmemişti. Geriye kaçmamıştı. Bu, yeterince açık bir cevaptı.

 

Suho dikkatlice hareket etti. Parmakları pantolonun düğmesine gittiğinde, onu açarken gözleri hâlâ Sieun’unkilere takılıydı. Sanki her an durmaya hazırdı, sadece bir kelimeye, bir mimike bakıyordu. Ama Sieun suskundu—nefes alıyordu, bakıyordu, titriyordu ama kaçmıyordu.

 

Pantolon yavaşça gevşedi. Suho, titreyen parmaklarla fermuarı indirdi. Hareketlerinde hâlâ özen vardı; arzusu onu dürtse de, sabrını kaybetmemek için kendine hâkim oluyordu. Bu öyle bir andı ki, her şey aynı anda hem çok hızlı hem çok yavaş ilerliyordu.

 

Sieun’un başı geriye yaslandı. Gözleri tavanda bir noktaya takılıydı ama zihni orada değildi. Suho’nun elleri pantolonu kalçalarından geçirdiğinde, vücudu istemsizce irkildi. Ama ses çıkarmadı. Elini Suho’nun omzuna götürdü, tırnaklarını hafifçe geçirdi, sanki oraya tutunarak kendini sabitlemeye çalışıyordu.

 

Pantolon tamamen çıkmamıştı; sadece dize kadar inmişti. Suho elleriyle Sieun’un kalçalarının iki yanına yaslandı, alnını Sieun’un göğsüne dayadı. Derin bir nefes aldı. Teninden yayılan sıcaklığı içine çekti. Sonra başını kaldırdı, gözlerini tekrar onun gözlerine kilitledi.

 

“Son bir kez soruyorum,” dedi, sesi artık neredeyse fısıltıya dönüşmüştü. “Bunu gerçekten istiyor musun?”

 

Sieun’un yüzünde bir kırılma oldu—bir titreme, bir teslimiyet. Dudakları hafifçe aralandı.

 

“İstiyorum,” dedi. Sesi çok alçaktı, neredeyse duyulmayacak kadar. Ama Suho duymuştu. Gözleri bir an parladı, sonra ciddileşti. Artık şüphe kalmamıştı.

 

Suho tekrar eğildi. Bu kez öpücüğü daha yavaştı ama daha derindi. Dudakları, Sieun’un dudaklarından çenesine, oradan göğsüne indi. Ellerinin altındaki teni hissediyor, onu dikkatle keşfediyordu. Sieun’un parmakları, Suho’nun saçlarında, sırtında geziniyor; her dokunuşla kendini daha fazla bırakıyordu.

 

Suho göğüslerini ve karnını yalayarak, öperek yavaş yavaş kafasını aşağı doğru kaydırdı. Sieun’nun şimdi tamamen sertleşmiş penisi karnına doğru eğilmiş. Islaklığıyla tenini parlatıyordu. Suho’nun dudakları karnında penisine değmeden etrafında dolaştı. Sieun kafasını geriye atıp inledi, gözleri kapanmıştı. İki eli Suho’nun saçlarını sıkıştırıyor ama çekmedi, çekerse durmasından korkuyordu.

 

Suho’nun ıslak dili penisin ucuna değdi. Sieun’un kalçası oturduğu yerden havalandı, beli bir yay gibi gerildi. Aralık ağzından ondan beklenmeyecek kadar yüksek bir inleme çıktı. Başı dönmeye başlamıştı, yüzünden göğsüne kadar kızarmış, nefes nefese bir şekilde titriyordu.

 

Suho penisinin başını yalayıp öpmeye devam ederken bir eli Sieun’un bacağını kavradı. Bacağını çekerek iyice araladı, kanepeye doğru yaklaşarak kendini Sieun’a daha çok bastırdı. Bir anda penisinin başını tamamen ağzına alarak emmeye başladı.

 

Sieun delirmiş gibiydi, sadece inliyor ve Suho’nun saçlarını sıkıca tutuyordu. Kendini Suho’ya doğru ittirmeye çalıştığı anda baldırındaki el kalçasına kaydı ve onu kanepeye sabitledi. İritasyonla inledi ama hareket etmeye çalışmadı.

 

Suho kanepeye koyduğu elini yavaşça kaldırdı. Göğsünden başlayarak yavaş yavaş kaydırdı. Penisinin kökünü tuttu. Sieun onu kavrayan elini izledi, bütün gün hayalini kurduğu o eller şimdi en ihtiyaç  duyduğu yerdeydi. Penisinin boşta kalan kısmını ağzının içine doğru ittirdi.

 

“Suho... Aggghh...” Sieun’un gözleri kafatasının arkasına doğru seyirdi. Suho’nun kafası yukarı aşağı hareket ediyor, eli daireler çizerek onu deli ediyordu. Karşısındaki görüntüye baktıkça inlemekten kendini alıkoyamıyordu. Suho gözleri kısık ve ıslak bir şekilde onu izliyordu. Sieun’un beyninde havai fişekler patlıyor gibiydi, bütün bedeni bir kıvılcımın içinde patlıyordu.

 

Suho’nun hareketleri giderek hızlandı, elini çekerek kendini iyice bastırdı ve penisini köküne kadar ağzına aldı. Sieun sertliğinin boğazına kadar girdiğini hissetti. Elleri Suho’nun saçından sırtına oradan kollarına gidip geliyor, ne yapacağını bilmez bir şekilde hareket ediyordu.

 

 Suho hiç durmadan onu ağzına almaya devam etti. Gözleri yaşlı, dudakları kızarık ve ıslak duruyordu. Sieun’un elleri yüzünden saçları darmadağın olmuştu. Çok iyi gözüküyordu. Sieun’un önünde diz çökmüş, onu iyi hissettirmek için her şeyi yapmaya hazır duruyordu.

 

Sieun sona yaklaştığını hissediyordu, kalçasını yukarı aşağı oynatmaktan kendini alamıyordu. Suho’nun ağzı son bir kez ucunu emerek bıraktı. Sieun ağlayacak gibi bir ses çıkardı, Suho’nun saçından tutup onu geri olduğu yere götürmeye çalıştı. Suho hınzırca gülümsedi.

 

“Sieun-ah, yakın mısın? Seni böyle boşaltmak istiyorum,” dedi, sesi çatallaşmıştı ve kulağa uyarılmış geliyordu. “Ağzımı sikmeni istiyorum, beni istediğin gibi kullan,” sesindeki özgüven ve azgınlığın altında bir yalvarış vardı. Sieun bunu yakalamıştı.

 

“Hadi bebeğim, istediğini yap,” dedi.

 

 Sieun inlemekten başka hiçbir şey yapamıyordu. Gözlerinden yaşlar yanaklarına süzülmeye başlamıştı. Gözleri sisli görüyor, vücudu zangır zangır titriyordu. Titreyen ellerini Suho’nun saçıyla bir kez daha buluşturdu. Yavaşça kafasını penisine doğru çekti. Suho’nun dudaklarındaki sırıtışı gördü ama durmadı.

 

Suho dudaklarını aralayıp tekrar onu ağzının içine aldı. Sieun’un kalçaları tekrar hareket etmeye başladı. Suho’nun ağzına doğru kendini ittiriyordu. Duramazdı, kayış çoktan kopmuştu. Yavaş yavaş bütün vücudundan penisine doğru bir sıcaklığın büyüdüğünü hissetti. Gelmek üzereydi. Suho kafasını sabitlemiş bir şekilde Sieun’un ağzını sikmesine izin veriyor, gözlerini saniye olsun ondan ayırmıyordu.

 

Sieun saçlarını çekerek onu uzaklaştırmaya çalıştı, “Suho.... Aaghh... Boşalıca- aaghh...” Suho kendini daha çok bastırdı, bakışları sanki ağzıma boşalmanı istiyorum diyordu. Sieun daha fazla dayanamadı, bütün vücudu karıncalanarak zevk dalgasının içine girdi. Sarsılarak boşalmaya başladı. Sıcak menisi Suho’nun ağzına doğru aktı, diliyle buluştu. Sieun hala ağlıyordu. Elleri Suho’nun omzuna kaydı, kalçası kanepeye düştü. Göğsü derin nefeslerle inip kalkıyordu. Kulaklarında bir çınlama vardı, bütün vücudu jöle kıvamındaydı.

 

Suho son bir kez emdikten sonra bir pop sesiyle dudaklarını çekti. Hiç tereddüt etmeden yutkundu, bakışları Sieun’daydı.

 

“İyi misin?” diye sordu, boğazının tahriş olduğu açıktı.

 

Sieun ona cevap verecek halde değildi. Sadece başıyla onayladı. Suho dizlerinin üstünde doğrulup ayağa kalktı, Sieun’un odasına doğru ilerledi. Sieun sadece onun arkasından izledi. Suho bir kaç saniye sonra elinde ıslak mendiller geldi. Tekrar önünde diz çöküp onu temizlemeye başladı. İşi bittikten sonra pantolonunu ve boxerını geri yukarı çekip onu toparladı.

 

Sieun minnettardı. Kalbinin sıcak bir hisle sıkıştığını hissetti. Suho’ya karşı o kadar yoğun duygular hissediyordu ki bir an için ağlamak istedi ama kendini tuttu.

 

Suho işi bittikten sonra kanepede yanına oturdu. Sieun’un kafasını çevirerek ona baktı. Bakışları önce yüzüne takıldı sonra ise aşağı doğru kaydı. Bir şeyi unutmuştu, Suho kendine hiç dokunmamıştı bile. Hala sertti pantolonuna rağmen görmemek imkansızdı. Sieun biraz doğruldu ve son gücüyle kendini onun kucağına attı.

 

“Ne yapıyorsun?” diye sordu Suho, gülüyordu ama sesi şaşkın çıkmıştı. Sieun bir şey demedi, elleri pantolon düğmesine gitti.

 

Suho onun ellerini tek eliyle tuttu, “Sieun-ah, bir şey yapmana gerek yok. Beklentim olduğu için yapmadım,” dedi.

 

Sieun derin bir nefes aldı ve Suho’nun elini ittirdi. “Kes sesini,” dedi, sesi hala titriyordu ve kısıktı ama netti.

 

Suho ona bakakaldı. Bakışları Sieun’un eline kaydı. Pantolonunu açıp boxerından içeri kayan parmaklarını izledi. Parmakları penisini bulduğu anda Suho elektrik çarpmış gibi titredi ve inledi. Sieun vakit kaybetmeden penisini boxerından çıkardı ve çekmeye başladı. Bu işte pek tecrübesi yoktu ve ilk defa kendi dışında birine yapıyordu fakat Suho kendinden geçmiş duruyordu. Başı kanepenin arkasına düşmüş elleri Sieun’un kalçalarını sıkıca kavramıştı. Kalçasını Sieun’un eline doğru ittirdikçe kucağında Sieun’da havalanıyordu.

 

“Sieun-ah... çok uzun... dayanabileceğim- mmgghh sanmıyorum,” dedi kesik nefeslerinin ve inlemelerinin arasında. Sieun sadece onu izledi. O kadar iyi gözüküyordu ki. Saçları dağınık, dudakları kırmızı, gözleri yaşlı... Sieun için bu görüntü bile tekrar tahrik olması için yeterliydi ama bütün düşüncelerini geriye itti. Tek önemli olan Suho’yu iyi hissettirmekti.

 

Dudaklarını Suho’nun dudaklarına bastırdı. Suho irkilerek geri çekildi. “Sieun-ah, bebeğim... az önce ağızım senin penisindeydi, beni öpmek istemezsin,” dedi.

 

“Niye bu kadar çok konuşuyorsun? Sus ve elime boşal,” dedi, sesi biraz sinir olmuş çıkmıştı ama aslında olan sadece Suho’nun boş boş konuşmasına bozulmuş olmasıydı.

 

Suho inleyerek tek eliyle Sieun’un ensesini kavradı ve dudaklarını birleştirdi. Islak ve sert öpüştüler. Sieun elini hızlandırdı ve kendini Suho’ya bastırdı. Elindeki penis seyirdi.

 

“Geliyoru- mmgghh...”

 

Ve Suho boşaldı. Sieun altındaki vücudun sarsılarak boşalmasını izledi. Penisinden eline akan sıcak sıvıya baktı. Gördüğü en sexy şeylerden biriydi. Suho o jadar çok boşalmıştı ki Sieun’un bütün eli bembeyaz olmuştu. Suho son bir kez Sieun’u öptü ve kendini geriye bıraktı. Solukları derindi ve gözleri kapanmıştı. Sieun arkasındaki sehpaya uzandı ve ıslak mendille onları temizledi.

 

Sieun, elindeki ıslak mendili sehpanın üstüne bıraktıktan sonra Suho’nun yanına döndü. Suho’nun gözleri kapalıydı ama nefesi yavaş yavaş düzene girmeye başlamıştı. Dudaklarının kenarında hâlâ belli belirsiz bir gülümseme vardı. Sieun, ona birkaç saniye baktı sadece. Gözlerinin kenarına düşen saçları, boynundaki kırmızı izler, hafifçe titreyen parmakları…

 

Onu hiç böyle görmemişti.

 

Kalbinin ortasında bir şey gevşedi o an. Sanki daha önce hiç nefes almamış da şimdi, ilk kez, akciğerlerine dolan havayı fark ediyordu. Parmaklarını yavaşça Suho’nun eline uzattı. Aralarındaki boşluk çok küçüktü ama Sieun için anlamı büyüktü. Suho parmaklarını fark ettiğinde, gözlerini araladı. Gözlerinde hâlâ hafif bir mahmurluk vardı, ama gördüğü şey karşısında dudakları yeniden kıvrıldı.

 

“Hey,” dedi kısık bir sesle.

 

“Hey,” diye mırıldandı Sieun da. Sessiz, ama dolu dolu bir sesle.

 

Bir süre konuşmadılar. Sessizlik ne garipti—rahatsız edici değil, tam tersi. Sanki ikisi de bu sessizlikte kaybolmak istiyordu. Sanki bütün dünya sadece bu kanepede, bu anın içinde sıkışıp kalmıştı.

 

Suho başını çevirdi, Sieun’a baktı. “Seni incitmedim, değil mi?” dedi, sesi ciddi bir tonda.

 

Sieun başını iki yana salladı. “Hayır. İyi hissettim,” dedi. Ama sesinde kırılgan bir yumuşaklık vardı.

 

“Yatağa gidelim mi?” Sonra Suho yavaşça doğruldu. Odayı gösterip, “Yat istersen,” dedi. “Bacakların titriyor, fark ettim.”

 

Sieun, başını eğip gözlerini kaçırmadı bu kez. Sessizce ayağa kalktı. Üzerine bir şey giymeyi düşünmedi bile—sanki o an, çıplaklıklarının ötesinde bir şey kalmamış gibiydi.

 

Yatağa uzandığında, Suho bir süre arkasından bakakaldı. Sonra lambayı kapatıp yavaşça yanına geldi. Işık çekilince gölgeler büyüdü, ama ikisi de birbirini görebiliyordu. Karanlığa alışkın iki beden gibi, hemen birbirlerinin yerini buldular.

 

Suho sessizce uzandı. Sadece kolunu uzatıp Sieun’un beline sardı. Sieun ses çıkarmadı, ama vücudu Suho’ya doğru kıvrıldı. Sanki günlerdir bu hareketi tekrar etmeyi bekliyormuş gibi doğal bir şekilde, alnını Suho’nun göğsüne yasladı.

 

Nefesler yavaşladı. Kalp atışları birbirine karıştı.

 

Suho’nun başı Sieun’un saçlarının içine gömüldü. Bir an dudaklarıyla alnına hafifçe dokundu, ama öpmedi. Sadece bekledi. Sanki dokunduğu yerin içine sığınmaya çalışıyordu.

 

Sieun’un bir kolu Suho’nun sırtına dolandı. Parmakları istemsizce omurgasını takip etti, sonra durdu. Daha fazla hiçbir şey yapmadı.

 

Sadece öylece kaldılar. İç içe geçmiş, sessiz. Sanki uyumak değil de, yavaş yavaş birbirlerinin içine çekilmekti niyetleri.

 

Sabaha dek, sadece nefesleri duyuldu.

 

Ve o, her şeyden daha güvenli olan sarılış.

 

°°°

 

Sabah, evin içine yine o yumuşak sessizlik sızmıştı.

 

Güneş perdelerin arasından süzülüyor, odaya silik bir ışık bırakıyordu. Hava durgundu—ne sıcak ne soğuk, ama tenlerinde gece boyunca kalmış o sıcaklığın izleri hâlâ hissediliyordu.

 

Suho önce uyanmıştı bu kez. Yanında yatan Sieun’un yüzüne bakıyordu, saçları dağılmıştı; alnına yapışan birkaç tel hafifçe kalkıp iniyordu her nefesinde. Yüzünde alışık olduğu soğukluk yoktu şimdi. Uykunun verdiği bir açıklık vardı—bir teslimiyet. Ve belki Suho’nun en çok sevdiği hâliydi bu. Sessizliği bir sığınak gibi taşıyan, ama artık ondan kaçmayan Sieun.

 

Elini yavaşça uzattı. Parmaklarını Sieun’un yanağında gezdirdi. Hafifçe dokundu sadece. Uyandırmamak için değil, dokunabilmenin verdiği şükranla.

 

Sieun gözlerini açtığında, karşısında Suho’nun bakışlarını buldu. Ne şaşırdı, ne utandı. Sadece gözleri biraz daha derinleşti.

 

“Uyanalı çok oldu mu?” diye sordu, sesi kısıktı—uyku sonrası bir boğukluk vardı içinde.

 

Suho başını iki yana salladı. “Sadece seni izliyordum.”

 

Sieun gözlerini hafifçe devirdi, ama yüzünde bir yumuşama vardı. “Tuhaf bir alışkanlık bu.”

 

Suho gülümsedi. “Sen uyurken... daha az korkutucusun gibi.”

 

Sieun bir şey demedi. Sadece döndü, Suho’nun göğsüne yaslandı. Sıcaklık yeniden yayıldı aralarına. Sessizlik yeniden doğdu ama bu defa gergin değildi. Suho, Sieun’un sırtına parmak uçlarıyla hafif daireler çiziyordu.

 

Uzun bir süre konuşmadılar.

 

Sonra, Suho’nun sesi duyuldu. “Kendimi tutmasaydım... dün gece sabaha kadar uyumazdık.”

 

Sieun başını kaldırdı, gözleri Suho’nun dudaklarına kaydı, sonra yeniden gözlerine döndü.

 

“Tutmak zorunda değilsin artık,” dedi sadece.

 

Suho’nun gözlerinde bir parıltı belirdi—içten, huzurlu ama hâlâ azıcık şaşkın. “Bunu gerçekten sen mi söyledin?”

 

“Uyuyorum ben,” dedi Sieun, tekrar başını Suho’nun göğsüne koyarak. Ama sesindeki ton, ne uykuya ne de kaçmaya aitti.

 

Suho bir kahkaha attı ama bastırılmıştı. Sadece eli, Sieun’un sırtında daha sıkı dolandı.

 

Ve o sabah, başka hiçbir şey olmadı.

Hiçbir aciliyet, hiçbir geçmiş, hiçbir endişe içeri girmedi.

Sadece tenin tenle, kalbin kalple temas ettiği bir sessizlik vardı.

Ve o sessizlikte, belki ilk kez, birlikte tamdılar.

 

 

 

Notes:

ah o koltuğun dili olsaaaa

Chapter 19: Özledim

Notes:

(See the end of the chapter for notes.)

Chapter Text

Juntae’nin evi sıcaktı—ısınmış değil, rahat ve tanıdık bir sıcaklık. Oturma odasıyla birleşik mutfağın köşesinde Gotak, ızgaranın başında ciddiyetle eğilmiş, kapağın buharını eliyle uzaklaştırmaya çalışıyordu. Yanında, tezgâhta sebzelerle uğraşan Juntae vardı. Malzemeleri öyle bir incelikle kesiyordu ki, sanki mutfak programına konuk olmuş gibiydi. Ama yüzündeki alaycı gülümseme bunu çürütüyordu.

 

“Patlıcanları pişir dedim, öldür değil Gotak,” dedi sakin bir sesle.

 

“Senin estetik kaygılarınla uğraşamam,” diye mırıldandı Gotak, kapağı yine açarak buharı kontrol etti.

 

Salonda, pencere kenarındaki koltukta Suho ve Sieun yan yana oturuyordu. Suho yerinde duramıyor, sürekli başını mutfağa çevirip müdahale ediyordu.

 

“İçini açmadan kapağa bastırırsan havası kaçar,” dedi ciddi bir tonda.

 

“Sen de içini açmadan konuşma, sinirim kaçıyor,” diye karşılık verdi Gotak, ama sesinde bir gülme saklıydı.

 

Juntae bu alışıldık atışmalara gülümseyerek eşlik etti. “İki dakika yemek pişireceğiz, ortama masterchef gerginliği geldi,” diye söylendi.

 

Baku ise evin en rahat köşesini çoktan kapmıştı. Köşedeki koltuğa yayılmış, başının arkasına yastık sıkıştırmıştı. Sanki tatildeymiş gibi gözlerini kısıp tavana bakıyordu.

 

“Bu kadar salakla aynı eve tıkıldığıma inanamıyorum,” dedi. “Biri bana yazı getirsin.”

 

Tam o sırada Suho yerinden kasonrabir bardak su aldı ve “Su isteyen var mı?” diye seslendi, sonra oturur oturmaz yeniden Gotak’a laf attı.

 

“Etleri fazla çevirdin. Kurur.”

 

“Etin içinden mi konuştun?” dedi Gotak.

 

Sieun o ana dek sessizdi. Ama yerinden kalktı; küçük bir şeyi almak için yöneldi, ama birkaç adım attıktan sonra durdu. Gözlerinin önü aniden karardı. Dengesini yitirmedi ama vücudunda bir hafiflik, sonra da uğultuya benzer bir şey belirdi. İçine soğuk bir boşluk yayıldı—tam nereden geldiğini bilemediği, ama alışık olmadığı bir histi bu. Geriye bir adım attı, gözlerini kırptı.

 

Suho’nun sesi aniden yükseldi.

 

“Sieun-ah?”

 

O an herkes döndü.

 

Suho çoktan hareket geçmişti. Koşar adımlarla yanına geldi, kolunu kavradı. Sesi normalden yüksekti, hızlıydı.

 

“Bebeğim, iyi misin?!”

 

Sessizlik oldu.

 

Suho’nun gözleri büyümüştü, elleri Sieun’un kolunda, nefesi hızlanmıştı. Ama aynı anda söylediği şeyi fark etti. Gözlerini kırptı, sesi kısıldı.

 

“Yani... şey... iyi misin demek istedim.”

 

Sieun bir anda dönüp bakmadı. Birkaç saniye bekledi, sonra başını hafifçe eğip Suho’ya baktı. Yüzü ifadesizdi ama bakışları dalgalanmıştı. “İyiyim,” dedi. “Sadece hafif başım döndü. Geçti.”

 

Suho’nun elleri gevşedi ama vücudu henüz sakinleşmemişti. Yaşadığı utançtan boynu ve kulakları kızarmıştı.

 

Gotak yavaşça kaşığı tezgâha bıraktı. “Bebeğim mi?”

 

Juntae kıkırdayarak ona döndü. Baku kafasını koltuktan kaldırdı, gözlerini ovuşturdu. “Evlenmişsiniz gibi davranmanız beni çok yalnız hissettiriyor.”

 

Suho gözlerini kapadı, “Hadi ama,” diye mırıldandı.

 

Sieun hafifçe iç çekti. “Çok kötü bir an seçtin,” dedi Suho’ya.

 

Ses tonu nötrdü, ama Suho alttan alttan onu azarladığını biliyordu. Suho yüzünü hafifçe eğdi, ağzı kıvrıldı. Hafif utanmış, hafif gülüyordu.

 

Sieun, elini onun kolundan çekti, tekrar yerine döndü. Cam kenarına oturdu.

 

Gözleri dışarıya kaymıştı ama dikkatini veren orası değildi. Suho’nun paniği hâlâ üstündeydi. Başkasından gelse tuhaf, hatta rahatsız edici olurdu belki. Ama o değil. O korkmuştu. Gerçekten.

 

Bu bir ağırlıktı, ama taşınması zor bir yük değil. Başka bir tür sıcaklıktı bu—yavaş yayılan, ama inatla kalan cinsten.

 

Arkasından Suho sessizce oturdu. Kimse artık bir şey demiyordu. Gotak tekrar ızgaraya döndü. Juntae dalgın bir şekilde zeytinyağını gezdiriyordu. Baku’nun sesi arkadan geldi:

 

“İkisi bir gün gerçekten sevgili olursa, lütfen bana üç gün önceden haber verin. Tatilden dönerim,” dedi ve gözlerini kapatıp uyku moduna döndü.

 

Sieun hiçbir şey demedi. Ama ağzının kenarı kıpırdadı.

 

°°°

 

Masanın bir ucunda tabaklar yığılmış, yerdeki sehpanın üstüne peçeteler, içecek şişeleri dağılmıştı. Gotak, ocaktan yeni aldığı tencereyi taşırken dikkat kesilmişti; Baku, koltukta bir battaniyeye sarılıp sanki kayak tatilindeymiş gibi uzanıyordu. Yandaki sehpanın üstünde test kitapları açık duruyordu ama kimse ilgilenmiyordu. Suho, mutfağın girişinde elleri cebinde dikilmiş, Gotak’ın her hareketine karışıyordu.

 

“Ya ama o kaşığı oraya koyma dedim,” dedi Suho, mutfağa eğilip.

 

Gotak, döndü. “Suho. Rica ediyorum. Bu benim alanım. İki dakikalığına şefmiş gibi davranabilir miyim?”

 

“Sen kaşıkla aranda metafiziksel bir bağ kuruyorsun ama resmen.”

 

“Sen de o kaşıkla kafana metafiziksel bir şey yersin bak.”

 

Juntae bu lafı duyunca güldü. “Birbirinizi yemek yaparken yiyorsunuz, sonra sofrada ne kaldıysa onu yiyoruz işte.”

 

Sieun, cam kenarındaki sandalyede sessizce oturuyordu. Onun için tipik bir sahneydi. Herkes konuşuyor, Suho ise – her zamanki gibi – ortalığı karıştırıyordu. Ama bugün farklıydı. Kendini garip bir biçimde oraya ait hissediyordu. Belki Suho’nun varlığı böyle hissettiriyordu. Belki de biraz daha fazlasıydı.

 

Gözleri Suho’ya kaydı. Bir süredir fark etmeden sık sık yapıyordu bunu. Suho’nun kolunun kasıldığı bir an, boynunun arkasındaki o kısa saçlar, ellerinin hareket ederkenki kontrolsüzlüğü... Dikkat etmemeye çalışıyordu ama dikkat etmemek, dikkat etmekten daha zor geliyordu artık.

 

Suho o sırada mutfaktan ona göz ucuyla bakmıştı bile. Bir anlığına, sadece bir anlığına göz göze geldiler. Suho’nun kaşı hafif kalktı. Sanki bir şey diyecekmiş gibi oldu ama söylemedi. Gözlerini başka yöne kaçırdı.

 

Sonra herkes masaya geçince, Suho sessizce geldi ve onun hemen yanına oturdu. Yanına oturması gerekiyordu belki ama... O kadar sandalye varken, Suho’nun “burası bana ait” der gibi yanına oturması, Sieun’un karnında bir şeyin kıpırdamasına sebep oldu. Fark edilmeden aralarındaki mesafe yok olmuştu. Dizleri birbirine hafifçe değiyordu. Bir anlık, çok hafif bir temas. Ama Sieun bunu düşünmemeye çalıştıkça, daha çok orada hissediyordu.

 

Suho eğilip ona bir şey fısıldadı. “Pirinçten al. İyi yapmışlar.”

 

Ses tonu olağandı, ama nefesi Sieun’un boynuna çarpınca, gözlerini tabaktan ayıramadı. Başını çevirse, çok şey olurdu gibi. Yapmadı.

 

Masada kahkahalar yükselirken, Suho elini uzatıp Sieun’un bardağını kendi suyundan doldurdu. “Susuz kalma, olur mu?” dedi.

 

Bu cümle dışarıdan masumdu. Ama Suho’nun sesi fazla yumuşaktı. Fazla dikkatli. Fazla “özel.”

 

Sieun, kaşığını tabakta çevirdi. Masanın altındaki dizleri hâlâ Suho’nunkine değiyordu. Geri çekilmedi. Ama fark etti. Vücudu fark etti. Her sinir ucu fark etti.

 

Masa başı epey kalabalıktı ama dağınık bir düzende oturmuşlardı. Gotak eline geçen her şeyi lavaşın içine dürmeye başlamıştı; Juntae, şarapla kola arasında gidip gelen bir içecekle cebelleşiyordu. Baku, tam köşe koltuğa uzanmış, tabağını göğsünde tutuyordu. Sohbet birbirinin üzerine binen seslerle akıyordu.

 

Sieun masaya geçerken sessizdi. Her zaman olduğu gibi. Ama o sessizliğin içinde bu kez, fazladan bir şey vardı. Suho onun yanına oturmuştu yine. Masada yer vardı oysa. Diğer sandalyeler boş sayılırdı. Ama Suho, hiç düşünmeden yanına oturmuştu.

 

Kendiliğinden. Kararsızlık yoktu.

 

O küçük yakınlık—dizlerinin hafifçe değmesi, omuzlarının neredeyse sürtünmesi—başka biri için sıradan olurdu belki. Ama Sieun, bunu sıradan sayabilecek biri değildi. Temas, onun için hiçbir zaman sadece temas değildi. Hele ki Suho’yla.

 

Ve işin kötüsü, Suho bunun farkındaydı artık.

 

Bir çatal salata alırken Suho’nun kolu onun koluna dokundu. Kasıtlı mıydı, yanlışlıkla mı, seçemiyordu. Belki de o yüzden asıl etkili oluyordu. Belirsizlik, tahminden daha çok titretiyordu insanı.

 

“Bu kim yaptıysa salataya küfür etmiş,” dedi Suho bir anda, burnunu kıvırarak.

 

Gotak hemen atladı. “Sebzeye saygı duymayı öğren,” dedi. “Salata sade olur. Sade kalır. Minimalizmin estetiği.”

 

Sieun kaşığını yavaşça tabağına götürdü. Yüzü hâlâ ifadesizdi ama dudaklarının kıyısı neredeyse belli belirsiz kıvrıldı, kimse fark etmedi.

 

“Minimalizmin estetiğiyle karnımız doymaz,” dedi alçak bir sesle.

 

Sözleri sessizdi, ama herkes duymuştu. Baku ve Juntae kahkalarla gülmeye başladı.

 

Suho gülümsedi. Ama gözleri Sieun’daydı. Masada konuşmalar sürerken, o sessizlikte bir yer bulmuştu kendine. Gözleriyle.

 

Sieun tabaktan bir lokma aldı. Ama dikkati dağılıyordu. Göz ucuyla Suho’nun hareketlerini izlemekten kendini alamıyordu. Elinin hareketi, boynunu ovuştururken kolunun kasılması, dudağının kenarına bulaşan yağ lekesini baş parmağıyla silmesi... Bunlar, normalde bir insanın fark etmeyeceği ayrıntılardı. Ama Sieun’un zihni, bugün bu ayrıntılara saplanmıştı.

 

İstemeden.

 

Ama istekli biçimde.

 

“Etleri karıştırayım mı?” dedi Suho, bir anda yerinden kalkarak.

 

“Hayır, otur oturduğun yerde,” dedi Gotak. “Geçen sefer karıştırdın, içinde yaşayan mikroorganizmalar toplu intihar etti.”

 

Suho yerine çökerken gülerek bir şeyler mırıldandı ama Sieun ona bakmamaya çalıştı. O sırada Suho da biraz daha yaklaştı. Omuzları neredeyse tamamen değiyordu artık.

 

Ve sonra...

 

Bir şey oldu. Ufak. Dışarıdan görülemeyecek kadar küçük.

 

Suho’nun eli, masanın altından gelip yanlışlıkla (!) onun dizine temas etti. Sadece bir anlık. Ama o an, Sieun’un sırtından bir şeyin geçtiğini hissettirdi.

 

Hemen geri çekilmedi. Ama kıpırdamaz oldu. Vücudu birden gereksiz bir farkındalığın içinde kaldı. Her sinir ucu, o ufacık teması büyütüp duruyordu.

 

Masadakiler başka bir şeye geçmişti. Juntae’nin orta okul zamanlarında yaşadığı utanç verici bir anıya. Herkes gülüyordu. Baku ağzındaki lokmayı neredeyse yutamamıştı. Gotak kıkır kıkır. Suho bile, eli hâlâ dizine çok yakın, kahkahalar arasında bir şeyler söylüyordu.

 

Ama Sieun’un içinde bambaşka bir gürültü vardı.

 

Bir savaş.

 

Vücudu geri çekilmek istemiyordu. Aksine, biraz daha yaklaşmak... belki temasın tesadüfi olmadığını test etmek istiyordu. Ama yüzü öyle bir sakinlikle donmuştu ki, dışarıdan bakınca sadece “sessiz” gibi duruyordu.

 

Suho bir anda döndü. Sanki fark ettiğini anlamış gibi, gözlerini kaçırmadan sordu: “İyi misin?”

 

Sesi yüksek değildi. Diğerleri duymadı bile.

 

Sieun, gözlerini Suho’ya çevirdi. Donuk bakışlıydı ama içinde kırılgan, gizlenmiş bir kıpırtı vardı.

 

“Sıcak biraz,” dedi. Sadece bu.

 

Ve Suho başını hafif eğdi. Gülümsedi ama bu seferki gülümsemesinde bir çekinme vardı. Utanma değil, bir sınırı geçip geçmediğini tartan bir belirsizlik.

 

Sieun ona bakmaya devam etti birkaç saniye. Ve sonra, sadece gözlerini masadaki kola şişesine çevirip elini uzattı.

 

Ama Suho’nun eli de aynı anda hareket etti.

 

Parmakları birbirine değdi.

 

Suho hemen elini çekti. Yüzünde kısa süreli bir panik, sonra da o klasik Suho utancı.

 

°°°

 

Juntae’nin salonu artık akşamın tonuna bürünmüştü. Tabaklar kenara çekilmiş, sehpanın üzerinde birkaç içki şişesi ve dağınık bardaklar birikmişti. Mutfak biraz dağılmıştı ama kimsenin umrunda değildi. Gotak bir köşede müzik açmış, Baku halının üstünde dizilmiş yastıklara yayılmış, yüksek sesle Juntae’yle tartışıyordu: “Yani bira da bir şey mi, ben sabaha kadar içmiş adamım!”

 

Suho gülerek başını iki yana sallarken, yanında oturan Sieun’a dönüp elindeki şişeyi uzattı. “Biraz daha ister misin?”

 

Sieun normalde “Hayır,” derdi. Basitçe, kararlı bir tonda. Ama bu kez, gözleri hafifçe kaymış, bakışı bulanıklaşmıştı. Alkol boğazını hâlâ hafifçe yakıyordu ama tuhaf bir sıcaklık da bırakıyordu ardında. Kendini gevşemiş, kafasının içinde sanki sözcükler yavaş yavaş yüzeye çıkmaya çalışıyormuş gibi hissediyordu.

 

“Bilmiyorum,” dedi. “İçince insan... az konuşuyor sanıyordum ama onlar daha çok konuşmaya başladı.

 

Suho bir kahkaha attı. “Sieun-ahhhh... çok tatlısın.”

 

Sieun cevap vermedi. Kaşlarını hafifçe çattı, sonra alnını Suho’nun omzuna yasladı. Herkesin içinde bu kadar açık bir temasa alışık değildi—ama bunu yapan oydu. Suho, bir an nefesini tuttu.

 

“İyisin değil mi?” diye fısıldadı.

 

Sieun’un başı hafifçe sallandı. “Çok sıcak. Kafam... biraz sesli.”

 

Suho ona baktı. Yüzü kızarmıştı, bakışları dağınıktı. “Hadi yüzünü yıkayalım,” dedi, ayağa kalkarken onun elini tuttu. “Biraz ferahlarsın.”

 

Kimse dikkat etmedi. Müzik yüksekti, kahkahalar vardı. Suho, Sieun’u banyoya götürürken kimse bakmadı.

 

 

°°°

 

Banyonun ışığı açıktı, ama yumuşaktı. Suho, musluğu açtıktan sonra eline biraz su alıp Sieun’un boynuna, şakaklarına bastırdı. “Daha iyi mi?” diye sordu. Suyun serinlettiği elleri sıcak teninde gezinirken Sieun’un beyni kısa devre yapmıştı. Suho'nun güçlü, kaslı, büyük elleri...

 

Sieun’un gözleri Suho’nun bileklerinde gezindi. Sonra yüzünde. Sonra dudaklarında. Yüzü, suyun ardından daha da kırılgan görünüyordu.

 

“Sana bir şey diyeceğim,” dedi, sesi normalden daha boğuktu. “Ama söylemesem de biliyorsun bence.”

 

Suho durdu. “Neyi?” yüzünde bir gülümseme vardı, üsten üsten ona bakıyordu. Sieun ona döndü, başını yukarı hafifçe kaldırıp Suho’nun bakışlarıyla buluştu. Sieun bir adım yaklaştı. Suho’nun eli hâlâ onun boynundaydı. Suyun damlaları hâlâ çenesinden süzülüyordu.

 

Seni özledim,” dedi. “Sen uyurken bile özlüyordum,” sesi boğuk ve kısık çıkmıştı. Ondan beklenmeyecek kadar dürüst konuşmuştu ama gerçek buydu.

 

Suho’nun gözleri bir an büyüdü. Ağzını açtı ama hiçbir şey söylemedi. Bakışları yumuşamıştı, içi gidiyor gibiydi.

 

Ve o anda, Sieun yaklaştı. Kararsızlık göstermedi. Dudaklarını onun dudaklarına bastırdı. Öylece, yavaş ama temkinli olmayan bir öpüşmeydi bu. Suho’nun eli, bir anlığına Sieun’un beline kaydı. Geri çekilmedi. Hatta—karşılık verdi. Dudakları birleşti, nefesleri karıştı. Mangalın dumanı, bu anın yanında sönük kalırdı. Sieun kendini onda bastırdı ve ağzına doğru bir inleme bıraktı. Suho’nun bedeni elinin altında kasıldı.  Ama sonra Suho aniden durdu. Elleriyle Sieun’un omuzlarını kavrayıp onu yavaşça geri itti.

 

“Hayır,” dedi yumuşak ama kesin bir sesle. “Hayır, şimdi değil.”

 

Sieun önce bir şey demedi. Sadece baktı ona. Sonra gözlerini kaçırdı. Başının içinde yavaşlayan sesler, şimdi tekrar hızlanıyordu. Gözleri dolmuştu bile, bu görüntüsü Suho’yu bitirmeye yetiyordu.

 

“Beni istemiyorsun mu?” dedi ama sesi sert değildi, daha çok utançla dolu bir fısıltıydı.

 

“Hayır,” dedi Suho, başını iki yana sallayarak. “Çok istiyorum. Ama... sen şu an sarhoşsun. Senin bana ‘hayır’ deme ihtimalin yok şu an. Ve sen, eğer ayık olsaydın, şu an beni kalemle şişlerdin. Anlıyor musun?”

 

Sieun bir süre sessiz kaldı. Nefesini tuttu, sonra yavaşça verdi. Ve evet, anlıyordu. Suho’nun söylediği her şeyi anlıyordu. Ama anlamak, o anda içini saran kırılgan utancı ve özlemi silmeye yetmiyordu. Başını onun göğsüne dayadı, Suho’nun eli saçlarını okşadı.

 

Kafasını çevirdi, lavaboya dayandı. Gözleri kapalıydı ama ağlamıyordu. Sadece kendi teninde yabancılaşmış gibi duruyordu. Suho, bir süre hiçbir şey demedi. Sonra elini onun sırtına koydu, çok hafifçe. Rahatlatmak ister gibi yavaşça sırtında yukarı aşağı hareket etti.

 

“Yarın, sen ayıkken... eğer hâlâ beni öpmek istersen,” dedi. “Baş başa olduğumuzda, dudakların morarana kadar seni öpeceğim.”

 

Sieun cevap vermedi. Ama başıyla hafifçe onayladı. Bir başka şey demeden, Suho kapıyı açtı, belinden tuttu. Sieun, aynadaki yansımaya son bir kez baktı. Birlikte içeri döndüler.

 

 

 

Notes:

umarım beğenmişsinizdir<3

Chapter 20: Bahane

Notes:

(See the end of the chapter for notes.)

Chapter Text

Sieun uyandığında kendi odasındaydı. Gözlerini açtığı anda bir yanma hissiyle sızlandı. Başını yastıktan kaldırmaya çalıştığında keskin bir ağrı girdi. Kesinlikle alkol ona göre değildi, artık bundan emindi.

 

Odaya nasıl geldiğini, ne zaman geldiğini ve kimin onu getirdiğini hatırlamıyordu ama tahminince Suho’nun işiydi. Yatağının yanındaki telefonu aldı saat 8 olmuştu bile, biraz daha kalkmazsa okula geç kalacaktı.

 

Son gücünü de kullanarak yataktan çıktı ve hazırlandı. Aynadaki yansıması her zamanki halinden daha da ruhsuz ve renksizdi. Midesinde bir yanma hissi vardı, kusacak gibi hissediyordu. Bütün negatif duyguları geriye itip evden çıktı, okula yol aldı.

 

Okul yolunda yürürken, sabah serinliği bile Sieun’un baş ağrısına çare olmuyordu. Ayaklarını sürüyordu adeta. Bir ara durdu, gözlerini kısmış bir halde gökyüzüne baktı. Hava griydi, kasvetliydi. Tam da içine çöken ruh haline uyuyordu.

 

Yavaşça okulun kapısından geçti. İçeri girerken hiçbir şeye dikkat etmiyordu ama yine de alışkanlıkla telefonunu cebine daha da derinleştirdi. Zaten içeri girince toplanacaktı. Sessizce sıraya geçti, yüzü taş gibiydi. Ne kimseyle konuştu, ne de biri ona bir şey sorma cesareti gösterdi.

 

İlk derse geçtiklerinde, telefonlar toplandı. O an, içinde bir huzursuzluk kıpırdadı. Suho’ya sabah mesaj atıp atmadığını bile hatırlamıyordu. Attıysa ne yazdığını da hatırlamıyordu. Belki hiçbir şey dememişti. Belki özür bile dilememişti. Belki... Suho yanlış anlamıştır.

 

Kafasındaki bu “belkiler” baş ağrısından daha beterdi.

 

Ders boyunca tahtaya bakıyor gibi yaptı ama hiçbir şey anlamadı. Göz kapakları ağırlaştı, midesindeki rahatsızlık devam etti. Ama daha çok... Suho’yu düşünüyordu. Dün gece ne olmuştu? Ona ne demişti? Öpmüş müydü? Suho karşılık vermiş miydi? Yoksa sadece kafasında mı olmuştu?

 

O sırada kalemi elinden düştü.

 

Yanındaki öğrenci kafasını çevirdi ama Sieun hiçbir şey demedi. Kalemi eğilip almadı bile. Sadece dersi izliyormuş gibi yapmaya devam etti. Ama zihni sınıfın dışında bir yerdeydi. Suho’nun sesi, dokunuşu, onun kokusu... Geceden parçalar bulanık bir rüyaymış gibi zihnine geri dönmeye başladı. Ama asla tam netleşmiyordu.

 

Günün geri kalanı da aynı buğulu kafayla geçti. Öğle arası geldi, yemeğe gitmedi. Tenefüslerde defterine baktı ama hiçbir şey yazmadı. Birkaç arkadaşı yanına gelip iyi misin diye sordu ama başını sallayıp geçti.

 

Ve gün bitiminde…

 

Telefonlarını geri aldıklarında, cebine iliştirdi. Ama çıkarmadı hemen. Birden bakmaya cesareti yoktu. Merakla karışık bir tedirginlik vardı içinde. “Eğer bir şey yazmadıysa?” diye düşündü. “Eğer… soğuduysa?”

 

Okul çıkışında kalabalıktan ayrılıp yolun kenarında bir banka oturdu. Derin bir nefes aldı. Sonra telefonunu çıkardı.

 

Ekranı açtığında bir bildirim vardı.

 

1 mesaj – Suho

 

Parmağını ekrana götürürken yutkundu. Mesajı açtı:

 

“Sieun-ah umarım çok kötü hissetmiyorsundur, biliyorum bu senin ilk hangoverın. Dün gece yanında kalamadığım için üzgünüm, kendimi tutamamaktan korkum. Umarım okuldan sonra eve gidip dinlenirsin. Bugün yanına gelemeyeceğim, kendine dikkat et. Su içmeyi unutma.”

 

Mesaja cevap olarak kalp koymamıştı. O tip biri değildi. Ama görmüş olması yetiyordu, Suho’nun bunu bildiğine emindi.

 

Sieun’un gözleri doldu. Belki yorgunluktan, belki açlıktan, belki duyguların doygunluğundan… ama bu mesaj, göğsündeki sıkışmayı biraz olsun gevşetti. Avuç içiyle alnını kapattı, başını öne eğdi.

 

Ve düşündü: “Onu çok özledim.”

 

°°°

 

Eve döndüğünde hiçbir şey yapacak hali yoktu. Ne yemek yiyebildi, ne üstünü değiştirdi. Sadece çantasını kapının yanında bırakıp ayakkabılarını çıkararak odasına girdi. Perdeleri çekmeden yatağa uzandı. Günün yorgunluğu, baş ağrısı ve açlık hissi arasında boğuluyordu ama en çok yoran şey düşünceleriydi.

 

Yatağa sırt üstü uzandı, gözlerini tavana dikti. Sessizlik içinde kalmak iyi gelecekti belki. Ama tam tersi oldu. Gözlerini kapattığı anda bir görüntü parladı zihninde.

 

Banyodaki buğulu ışık.

Soğuk suyun alnına değmesi.

Ve Suho’nun eli—boynuna bastırırken hafifçe titreyen o sıcaklık.

 

Bir sonraki sahne daha da netti.

 

“Seni özledim,” demişti.

“Seni uyurken bile özlüyordum.”

 

Gözlerini açtı. Tavan yine aynıydı, ama göğsü daralmıştı. Burnunun direği sızladı. Yutkundu.

 

Bu kadar açık konuşmuş muydu gerçekten?

Suho ona bakmıştı. Şaşırmıştı. Ama geri çekilmemişti. Tam tersine... karşılık vermişti.

 

Sonra o öpücük.

 

Yavaş ama doğrudan. Temkinli ama dürüst.

Ve Suho’nun bedeni, o anda ona aitmiş gibi hissettirmişti kendini.

Tüm kasları hissedilir olmuştu, dudakları Sieun’unkilerle birleşmişti.

 

Ama…

 

Birden durmuştu.

 

Suho’nun elleri nazikçe onu omuzlarından tutup geri itmişti.

Ve sesi—yumuşaktı, ama kesin:

“Hayır. Şimdi değil.”

 

Sieun’un nefesi boğazında düğümlendi. Hatırlıyordu şimdi. Tüm utancıyla, tüm dürüstlüğüyle.

“Beni istemiyor musun?” diye fısıldamıştı.

 

Ve Suho—yavaşça başını sallayarak, gözlerinde o tanıdık sıcaklıkla—

“Çok istiyorum,” demişti.

“Ama sen şu an sarhoşsun. Eğer ayık olsaydın, şu an beni kalemle şişlerdin.”

 

Gözleri yandı. Ağlamıyordu ama sanki ağlamanın eşiğindeydi hep.

 

O anın sonunda Suho’nun sesi hâlâ netti zihninde:

“Yarın, sen ayıkken… eğer hâlâ beni öpmek istersen… baş başa olduğumuzda… dudakların morarana kadar seni öpeceğim.”

 

Yutkundu.

 

Yatağın içine doğru biraz daha kıvrıldı. Kolunu gözlerine siper etti. Kalbinin içinde bir şey büyüyor, boğazına doğru çıkıyordu. Utanç mıydı bu? Arzu muydu Yoksa ikisinin ortasında bir yer mi?

 

Ama bir şeyden emindi: Ona gitmek istiyordu. Sadece görmek, yanında oturmak, hiçbir şey demeden onun varlığını hissetmek bile yetebilirdi.

 

Düşüncelerin arasında gözlerinin ağırlaştığını hissetti, yorgunluk bütün bedenini bir battaniye gibi örttü. Uykunun derinliklerine teslim oldu.

 

°°°

 

Uyandığında hava çoktan kararmış, odasının içine bir serinlik çökmüştü. Karnı açlıktan ağrıyordu, bütün gün bir şey yememişti. Doğrulmaya çalıştığında gözleri karardı ve uzuvlarının karıncalandığını hissetti. Sakince ayağa kalkmak için kendini zorladı.

 

Mutfağa geçtiğinde buz dolabından onigiri alıp mikrodalgaya attı, ısınmasını beklerken mikrodalganın camındaki yansımasını izledi. Berbat görünüyordu, sabahki halinden bile kötüydü. Bip sesini duymasıyla irkilerek kendine geldi.

 

Masaya oturup bir bardak suyla onigirisini yemeye koyuldu. Yemek boğazından geçmiyordu ama yine de kendini zorladı. Midede bir şeylerin olması gerekiyordu, aksi halde düşüncelerini toparlaması imkânsızdı. Her çiğneme biraz daha tatsız, biraz daha yavaştı.

 

Bitirdiğinde eli yine telefona gitti. Bildirim yoktu. Ama olmasından da korkuyordu zaten. Suho’nun yazması ihtimali kadar, yazmaması da içini kemiriyordu.

 

O gece boyunca bir şey yapmadı. Ne ders çalıştı ne müzik açtı. Hatta ışıkları bile kapatmadı. Sadece penceresinden görünen loş sokak lambasına gözünü dikti, bir şey düşünmemeye çalıştı.

 

Ama sabah olduğunda, o sessiz karar kafasında çoktan şekillenmişti.

 

Gidecekti.

Ama bahaneyle.

 

°°°

 

O gün okuldan çıkınca önce eve uğradı. Üstünü değiştirdi, eline bir kitap aldı. “Suho’ya manga vermeye gidiyorum,” demişti annesine. Sıradan, kayıtsız görünmeye çalışmıştı. Ama içi öyle değildi. İçinde fırtınalar vardı.

 

Suho’nun evi yakındı ama yol, ona normalden uzun geldi. Otobüsteki zaman  sanki ağır çekimde geçti, Kapıya geldiğinde durdu. Elindeki manganın köşelerini sıktı.

 

Zili çaldı.

 

Kapıyı açan Suho’nun ifadesi yorgun ama sıcaktı. Gözlerinin altı hafifçe morarmıştı; muhtemelen o da uyuyamamıştı.

 

“Sieun-ah,” dedi hafifçe gülümseyerek. “Gelsene.”

 

Sieun içeri adım attı. Kapı kapandı. Ayakkabılarını çıkarırken göz ucuyla etrafı süzdü. Ev sessizdi. Mutfaktan gelen tıkırtılar dışında bir ses yoktu.

 

“Büyükannen mutfakta mı?”

 

“Evet,” dedi Suho. “Yemek yapıyor. Beni beslemek onun hayat amacı artık.”

 

Hafif buruk ir ifadeyle başını salladı. Sonra sessizlik oldu.

 

Sieun elindeki mangayı uzattı. “Bunu... getirmiştim.”

 

“Teşekkür ederim,” dedi Suho, ama bakışları mangandan çok yüzündeydi. “Ama bu kadar yolu manga için gelmediğini biliyorum.”

 

Sieun gözlerini kaçırdı. Kulakları kızarmıştı. Odanın içi bir anda sıcakla dolmuş gibi geldi. Cevap vermedi.

 

Suho mangayı kahve masasına bıraktı. Sonra yanına geldi. “Ne için geldin peki?”

 

Sieun gözlerini yere dikti. Bir an durdu. Sonra sesini alçaltarak, neredeyse fısıltıyla söyledi: “Sen demiştin ki... ayıkken öpmek istersem... öpeceğini söylemiştin.”

 

Suho bir saniye durdu. Gözlerinde bir şeyler parladı. Hafifçe başını yana eğdi. Ağzı kulaklarında sırıtıyordu. Sieun’un bu kadar açık konuşmasını beklemediği açıktı.

 

Sonra göz ucuyla mutfağa baktı. Gözlerinde hafif bir panik ama daha çok sabırsız bir gülümseme vardı. Elini Sieun’un bileğine doladı, parmaklarını nazikçe sıktı. Tam o esnada büyükannenin sesi duyuldu: “Suho kim gelmiş evladım? Sieun mu?”

 

“Evet,” dedi. Anın bozulmasından dolayı gıcık olduğu sesinden duyuluyordu.

 

“Gelin bakayım buraya, Sieun’u görmeyeli ne kadar zaman oldu,” diye seslendi tekrar.

 

“Birazdan geliriz!” demişti Suho mutfağa seslenerek, ama sonra düşünmüş olacak ki kararını değiştirdi. Sieun’un bileğini yavaşça bırakıp, omzuna hafifçe dokundu. “Gel, büyükannemle biraz konuşalım yoksa sonra gönül koyar,” dedi fısıltıyla.

 

Sieun iç çekti. Bu, büyükannesiyle ilk sohbetleri değildi ama hâlâ her seferinde tedirgin oluyordu. Mutfağa girdiklerinde yaşlı kadın ocak başında duran yemeği karıştırıyordu. Başını çevirip ikisine baktı.

 

“Ayy Sieun, sen ne kadar da zayıflamışsın yavrum,” dedi hemen. “Ne yiyorsunuz siz okulda, taş mı?”

 

Sieun gözlerini kaçırdı. Hafifçe başını eğdi. “İdare ediyoruz.”

 

“Geç otur bakayım,” dedi kadın. “Biraz çorba koyayım mı sana?”

 

“Gerek yok, teşekkür ederim.”

 

Kadın başını iki yana salladı. “Yok böyle olmaz. Siz gençsiniz diye yemek yemiyorsunuz. Suho’ya bak. Ne bulsa yiyor, doyuramıyorum.”

 

Suho kahkaha attı, “Yani doğru... ama öyle de demesen büyükanne rencide oluyorum,” dedi. Hafifçe Sieun’a göz kırptı.

 

Kadın sandalyesine oturmuş, masanın karşısında oturan Sieun’u dikkatle inceliyordu. “Yüzün soluk,” dedi sonra. “Geçen gün çok içmişsiniz. Çocuk işte... ama dikkat etmek lazım. Baban duysa ne derdi kim bilir.”

 

Sieun’un gözleri bir an küçüldü. Belli belirsiz başını salladı. “Haklısınız.”

 

O an, Suho’nun parmakları masanın altından Sieun’un eline dokundu. Görünmez bir sinyal gibiydi. Sabırsız, gergin bir davet.

 

Sieun göz ucuyla ona baktı. Suho’nun bakışları doğrudan, niyetini saklamayan cinstendi. Artık mutfakta kalmanın ikisi için de işkenceye dönüştüğü ortadaydı.

 

“Büyükanne,” dedi Suho bir anda, “biz odama geçiyoruz. Manga getirmiş bana, ona bakalım biraz. Yemekte konuşursunuz.”

 

Kadın gülümsedi. “Olur tabii evladım. Ama gözünüz çizgiye dalmasın da biraz da sohbet edin, olur mu?”

 

“Ederiz,” dedi Suho. Ama sesi, başka şeyler düşündüğünü saklamıyordu.

 

Kapı kapandığı anda oda sessizleşti.

 

Ve o an, Suho beklemeyi bıraktı.

 

Sieun daha içeri doğru adımını tamamlamadan, Suho bir hamlede arkasına geçip kapıyı kapattı ve onu yavaşça duvara yasladı. Göğsü Sieun’un göğsüne değiyordu artık. Aralarındaki mesafe kalmamıştı.

 

Sieun’un eli havada kalmıştı bir an. Hazır değildi—ama bekliyordu. Çok uzun süredir.

 

Suho, gözlerine baktı. Hiçbir şey sormadı. Hiçbir söz söylemedi.

 

Ve sonra öptü.

 

Bu, o geceki gibi temkinli değildi. Açık, tutkulu ve sabırsızdı. Dudakları Sieun’un dudaklarına bastırıldı, dudak kenarlarından sıcak bir his yayıldı. Sieun’un omuzları hafifçe gerildi ama kaçmadı.

 

Suho’nun elleri, önce yüzündeydi. Sonra parmakları çenesine, ardından boynuna indi. Elleriyle onu tutuyor, bırakmıyor, geri çekilmesine fırsat tanımıyordu. Ve Sieun, geri çekilmek istemiyordu zaten.

 

Vücudu yavaş yavaş gevşedi. Dizlerinin içi ısındı, omuzlarındaki gerginlik yerini bir boşluğa bıraktı.

 

Suho, öpüşme arasında nefes almak için hafifçe geri çekildi. Ama gözleri hâlâ onun üzerindeydi. Dudakları aralıktı, teni sıcak.

 

“Seni düşündüm,” dedi fısıltıyla. “O sabah... yatağında yalnız uyanmış halini düşündüm.” Sieun’un kalbi öyle bir çarptı ki cevap veremedi.

 

Suho tekrar öne eğildi, bu kez öpücüğü daha derindi. Ellerinden biri artık onun belindeydi, diğeri ense kökünde. Ense kökündeki eli Sieun’un kafasını sağa sola yönlendiriyor, onu kontrol ediyordu. Dili dudaklarını aralamak için zorladı, aralandığı anda ağzının içini keşfe çıktı. Sieun kendini tutamayıp inledi.

 

Suho kendini ona daha da çok bastırdı. Dudaklarını yalıyor, ısırıyor ve emiyordu. Belindeki eli yavaşça baldırına kaydı, bacağını tutup kendi beline doğru kaldırdı ve Sieun’u kendine çekti. Sieun’un nefesi kesilmişti, istemeden bir kez daha inledi. Bu pozisyonda sertlikleri birine değiyordu.

 

 Sieun kalçasını oynatmaya başladı. Suho ağzını bir kaç santim ayırıp inledi. Dudakları ıslak ve gözleri kapalıydı, Sieun’un en ıslak rüyasında gördüğü şeylerden bile daha etkileyiciydi. Suho vakit kaybetmeden onu öpmeye devam etti, giderek daha sert öpüyordu. Sieun’un dudakları ısırlmaktan ve emilmekten zonklamaya başlamıştı.

 

Suho’nun baldırındaki eli poposuna kaydı ve onu avuçlayarak sertliklerini biraz daha birbirine bastırdı. Kalçasını şimdi Sieun’unkiyle bir olmuş hareket ediyordu. Ensesindeki eli Sieun’un saçlarına karıştı ve okşamaya başladı.

 

Sieun’un elleri iki yanında duruyordu, ne yapacağından emin değildi. Vücudu pamuk kadar hafif ama bir tank kadar sabit ve ağırdı. Suho bir kez daha dudaklarından ayrıldı ama bir an olsun elleri ve kalçası durmadı. Sieun’un dudaklarına doğru fısıldadı, “Sieun-ah...” dedi, sesi derin ve kalın çıkmıştı. Gözleri hafifçe titredi, utangaç bir kırılganlıkla devam etti: “Bana... bana dokun. Lütfen.”

 

Sieun kırmızı görmeye başladı, Suho sanki bir yalvarış gibi konuşmuştu. Elleri yukarı doğru kalktı, tek eli Suho’nun yüzüne giderken diğerini onun koluna koydu. Suho, Sieun’un eline doğru yüzünü bastırdı, gözleri kapanmıştı.

 

Sieun’un elleri sonunda hareket ettiğinde, Suho’nun bedeni buna anında yanıt verdi. Dudakları daha da açgözlü oldu; öyle ki, Sieun bir an nefesini toparlayamadı. Parmakları Suho’nun yanağından kulak arkasına doğru kayarken, diğer eli kolundaki sert kasların üstünde kaldı—parmakları istemsizce sıktı orayı. Suho’nun bir iç çekişi duyuldu, neredeyse bir sızlanmaydı bu.

 

Sieun’un kalbi sanki dışarıdan duyulacak kadar gürültülü atıyordu. Her şey bulanık gibiydi; ama Suho’nun teni, dudakları, nefesi—hepsi netti. Gerçekti. İstediği, istediğini söyleyebildiği, onu geri itmeyen biri tarafından arzulanmak… kafasının içinde o kadar yabancı, ama bedeninde o kadar tanıdık geliyordu ki.

 

Suho, dudaklarını Sieun’un boynuna götürdü. Hafifçe öptü, sonra dişledi. Sieun’un nefesi kaçtı. Eli hâlâ Suho’nun kolundaydı, diğer eli göğsüne kaymıştı artık. Kalbinin attığı yeri hissedebiliyordu. Hızlıydı. Neredeyse panik gibi ama tutkulu.

 

Sieun bu şekilde boşalabileceğini düşünmeye başlamıştı, kalçaları giderek hızlanıyordu. Öpüşmeleri o kadar ıslak ve sertti ki, inlemeleri dudakları arasında kayboluyordu. Sona yakındı ve biraz daha devam ederlerse kendini tutamayacaktı. Suho da kendinen geçmiş gibiydi, boğazından sürekli olarak sesler çıkıyordu. Elleri Sieun’u kavrıyor, avuçluyor ve sertçe kendine doğru bastırıyordu. Kalçalarının yakaladığı ritim giderek sertleşmiş ve hızlanmıştı. Kıyafetleri üzerinde sikişiyor gibilerdi, Sieun bunu düşününce biraz daha sona yaklaştı. Tek ihtiyacı olan biraz da sürtünmekti ve-

 

Tam o sırada büyükanne mutfaktan onlara seslendi. “Yemek hazır, hadi gelin de düzgün bir sofra kurup yiyelim!”

 

Suho’nun gözleri aniden açıldı, hafif bir panik ve direnç karışımıyla Sieun’a baktı. Dudaklarını ayırıp bir şey söyleyecek gibi oldu, ama kelimeler boğazında düğümlendi. Sanki içindeki fırtına durmaya pek niyetli değildi.

 

Sieun, onu durdurmak zorundaydı. Nazikçe, ama kararlı bir sesle ellerini Suho’nun göğsüne bastırdı: “Suho... dur.”

 

Suho derin bir nefes almaya çalıştı, ama elleri hâlâ Sieun’u bırakmak istemiyordu. Gözlerini kısarak direniyordu. “Ama... çok zor, Sieun... gerçekten...” diye fısıldadı, sesi titrek ve kırılgandı.

 

Sieun, gözlerinin içine baktı, sessiz ama kesin: “Biliyorum, ama durmak zorundayız. Lütfen...”

 

Suho’nun elleri yavaşça gevşedi, ama hâlâ kıpırdanıyordu; kalbi hızlı atıyor, bedeninde bir ağırlık vardı. Kafasında mantık ile arzu arasında bir savaş yaşanıyordu.

 

Birkaç saniye daha tereddüt ettikten sonra, sonunda Sieun’un ellerinden yavaşça çekildi. Gözleri hâlâ onu arıyordu, içindeki arzuyu saklamaya çalışıyordu ama yüzünde yenilmiş bir çocuk ifadesi vardı.

 

Sieun hafifçe başını salladı, “Güzel,” dedi, “şimdi sakinleşelim.”

 

Suho da karşılık olarak başını salladı, “Tamam... tamam...”

 

Kapı yavaşça açıldıktan sonra, Suho ve Sieun sessizce mutfağa doğru ilerlediler. Büyükannenin sıcacık sesi ve tencerenin hafif fokurtusu aralarındaki gerginliği biraz olsun dağıttı.

 

Suho hâlâ içinde fırtınalar kopan bedenini zorla sakinleştirirken, Sieun onun kolunu hafifçe tuttu. Göz göze geldiklerinde, kelimeler yerine o anın ağırlığı konuşuyordu.

 

Masaya yaklaştıklarında büyükannenin sıcak bakışları arasında, Suho biraz gergin bir şekilde sandalyesini çekti. Sieun da yanına oturdu. Ellerini dizlerinin üstüne koyup derin bir nefes aldı. İçindeki çarpıntıyı ve heyecanı bastırmaya çalışmak zorundaydı.

 

Büyükannenin nazik “Haydi evlatlarım, güzelce yiyin artık,” sözleriyle, mutfağın sıcaklığı ve o anın samimiyeti biraz daha hissettirdi kendini. İkisi de yemeğe odaklanmaya çalışırken, aralarındaki suskunluk, geride kalan kelimelerin ve dokunuşların ağırlığını taşıyordu.

 

Suho, sık sık Sieun’a göz ucuyla baktı, ama susmayı tercih etti. Sieun da kendi ellerini masada oynatıyor, sakinleşmeye çalışıyordu. Her ikisi de o tutkulu anın henüz bitmediğini, sadece geri çekildiklerini biliyordu.

 

 

 

Notes:

umarım beğenmişsinizdir<3

Chapter 21: Biliyorum

Chapter Text

Mutfakta büyükannenin masayı hazırlama sesleri yankılanıyordu. İki genç, kapıdan içeri girerken hâlâ birbirinden mesafe koymaya çalışıyordu; aralarındaki havada hâlâ kelimelere dökemedikleri karmaşık gerilim vardı.

 

Suho, sandalyesini sertçe çekip oturdu. Sieun da sessizce yanına geçti, tam otururken elleri istemsizce birbirine dokundu ama hızlıca geri çekildi.

 

Büyükannenin hafif homurdanan sesi ortamı biraz yumuşatıyordu: “İkiniz de iyi misiniz? Bakayım, yine çok susuz kaldınız, çabuk su için.”

 

Sieun başını hafifçe salladı, Suho ise kaşlarını çatıp ama gürültü yapmadan bir bardak su aldı. İkisi de sertliklerini saklamaya çalışıyor, fakat her hareketleri ve bakışları gerilimi koruyordu.

 

Suskunluk içinde çatal kaşık sesleri duyuluyordu. Suho’nun gözleri ara sıra Sieun’un yüzüne kayıyor, sonra hemen kaçıyordu. Sieun ise hiçbir şey söylemeden önündeki tabağa bakıyordu, yemeği çiğnemek zordu ama zorladı kendini.

 

Büyükannenin sessizce gözlemleyen bakışları altında, bu sükût ve bastırılmış hisler ikisini de yoruyordu.

 

Suho sonunda hafif bir homurtuyla, “Ellerine sağlık büyükanne, çok güzel olmuş,” dedi kısa ve keskin, sonra susup yemeğine döndü. Sieun başıyla onayladı, dudaklarını kıpırdattı ama kelime bulamadı.

 

O anda ikisi de içten içe, bir an önce yalnız kalıp kaldıkları yerden devam etmeyi, o saklanan gerilimi çözmeyi istiyordu. Ancak şimdi değil, şu an değil.

 

°°°

 

Yemekten sonra büyükannenin bulaşıkları yıkamasına yardım etti. Daha sonra birlikte oturma odasına geçip televizyon izlemeye başladılar. Sieun biran önce onun uyumasını istiyordu. Yanında oturan Suho’nun vücut sıcaklığı hiç olmadığı kadar çok kendini hissettiriyordu.

 

Vakit ilerledikçe televizyondan gelen sesler ve büyükannenin izledikleri dizi hakkındaki yorumları Sieun’un kulağına uğultu gibi gelmeye başlamıştı. Suho büyükanneye yer yer cevap veriyordu ama onun da sabrının tükendiğini ve dikkatini doğru düzgün vermediğini hissedebiliyordu. Bacakları birbirine değiyor, parmakları yan yana dokunmak için can çekişiyordu.

 

Suho kolunu Sieun’un arkasına koltuğa doğru attığında Sieun bakışlarını oda kaydırdı. Suho’nun bakışları televizyona dönüktü ama yüzünde sinsi bir gülüş vardı. Sieun bir oyunun içinde hissetmişti ve o, hiçbir oyunu kaybetmezdi. Başını yavaşça Suho’nun koluna doğru yasladı, incelikle ona biraz daha sokuldu. Mango kokusu burnuna vurduğunda bir iç çekti. Suho şimdi ona bakıyordu, gözlerinde ateş yanıyordu.

 

Suho’nun kolu yavaşça, dikkatli bir biçimde Sieun’un omzuna indi. Hareketi o kadar nazikti ki, dışarıdan bakan biri bir rahatlama sanabilirdi ama ikisinin de kalbi delicesine çarpıyordu. Sieun’un kulağına Suho’nun nefesi değiyordu artık—her nefes alışında boynunun tüyleri ürperiyordu.

 

Büyükanne hâlâ diziyle meşguldü. “Ay bu kızın sonu iyi değil,” diye mırıldandı. “Bakın demedi demeyin, bu bölümde kesin ya hastalanacak ya da yurtdışına kaçacak.”

 

Sieun gözlerini kırpmadan ekranı izliyormuş gibi yapıyordu ama zihni çok daha sıcak, çok daha tehlikeli bir yerdeydi. Suho’nun parmakları, kolunun üstünde yavaşça kıpırdamaya başladı. Hafif, neredeyse hissedilmeyecek kadar hafif. Ama tam da bu yüzden etkiliydi. Omzunun kıvrımını takip etti, sonra olduğu yerde durdu.

 

“Uyusa artık,” diye düşündü Sieun, “lütfen, artık odasına çekilsin.”

 

O an büyükanne esnedi. “Siz de yorulmuşsunuzdur. Ben yatıyorum çocuklar,” dedi. “Televizyonu kapatmayı unutmayın. Sieun, bu gece Suho’nun odasında kal istersen, geç oldu zaten.”

 

Sieun’un kalbi aniden gırtlağına dayandı. Göz ucuyla Suho’ya baktı, o da gözlerini ona dikmişti—gözlerinde hem hafif bir şok, hem de bastırmaya çalıştığı bir heyecan vardı.

 

“Tamam büyükanne,” dedi Suho, sesi boğuk çıkmıştı.

 

Kadıncağız kalktı, odasına yöneldi. Odasına girip kapısını kapattığında sessizlik çöktü.

 

Televizyonun ışığı odanın içine mavi gölgeler düşürüyordu.

 

Suho, kumandayı aldı, televizyonu kapattı. Ardından ona döndü.

 

Hiçbir şey söylemedi. Sadece göz göze geldiler bir an. Sonra Suho ayağa kalktı, elini uzattı. Sieun ona baktı, tereddüt etmeden elini verdi.

 

Odaya geçtiklerinde Suho kapıyı sessizce kapattı. O kadar sessizdi ki, kilit sesi bile duyulmadı.

 

Oda loştu. Perde tam çekilmemişti, dışarıdan gelen sokak lambası ışığı yatağın üzerine düşüyordu.

 

Bir anlık duraklama oldu. İkisi de ayakta, birbirine dönük.

 

Suho yaklaştı. Tek kelime etmeden Sieun’un yüzüne dokundu. Parmakları yavaşça yanağından aşağıya indi.

 

Sieun’un nefesi hızlanmıştı ama kaçmadı. Kıpırdamadı.

 

Suho eğildi, dudağını yavaşça Sieun’un dudağına sürdü. Bu kez öpücük yavaş başladı. Öncekiler gibi aceleci değil, ama yoğundu. Dudakları birbirine değdiğinde, aralarındaki hava kıvılcım gibi gerildi.

 

Suho’nun eli Sieun’un beline indi, ardından sırtına kaydı. Diğeri saçlarına dolandı, parmakları arasında telleri hissetti.

 

Sieun’un gözleri kapalıydı, ama her şey netti zihninde. Suho’nun sıcaklığı, yumuşak ama derin nefesi, dudaklarının ritmi…

 

Sonra bir adım geri çekildiler, birbirlerine baktılar. Gözleri konuşuyordu artık.

 

Suho fısıldar gibi sordu: “Yatağa… geçelim mi?”

 

Sieun başını evet anlamında hafifçe eğdi.

 

Suho onun elini tuttu, yavaşça yatağa yönlendirdi. Yatak örtüsünü geri katladı, Sieun’u usulca yatırdı. Ardından yanına uzandı, ama hâlâ dikkatliydi. Her hareketi sessiz, her nefesi kontrollüydü. Ama altında yanardağ gibi yanan bir arzu vardı.

 

Sieun tavana baktı bir an. Suho’nun vücudu ona temas ederken içini garip bir şekilde hem sıcak, hem huzursuz bir kıpırtı kapladı.

 

Suho’nun parmakları tekrar yüzüne dokundu. Öyle yavaş hareket ediyordu ki, Sieun’un her hücresi o dokunuşu bekliyormuş gibiydi.

 

Öpücük yeniden geldi. Bu kez daha ıslak, daha aç. Suho, Sieun’un alt dudağını emdiğinde, o ince bir ses çıkardı. Hemen ardından Suho’nun nefesi hızlandı.

 

Elleri beline, sonra kalçasına indi. Yavaş ama kararlı.

 

Sieun’un gözleri aralandı. Suho’nun göz bebekleri karanlıkta parlıyordu. O an anladı: Bu kadar arzulanmak, daha önce hiç başına gelmemişti. Ama garip olan, bu arzunun onu korkutmamasıydı. Tam tersine, içine siniyordu.

 

 

Suho’nun dudakları boynuna indiğinde, Sieun’un gözleri istemsizce kapandı. Başını yana eğdi, o öpüşlerin daha net hissedilmesine izin verdi. Her seferinde tenine değen dudaklar, içini yavaşça eritiyordu. Suho’nun nefesi sıcaktı, ama her hareketinde bir titizlik vardı—duyulmamaya çalışan, bastırılmış bir ihtiras.

 

Sieun’un sırtı yatağa değiyordu ama vücudu gergindi; bir yandan kendini bırakmak istiyor, bir yandan da büyükanne bir ses duyar mı diye tetikte kalıyordu. Suho, onun gerginliğini fark etmiş gibi öpüşlerini yavaşlattı. Dudakları boynundan yukarı, çenesine doğru çıktı, ardından tekrar dudaklarına kondu. Bu sefer yumuşaktı, neredeyse şefkatli.

 

Sieun’un aklında binlerce düşünce vardı ama hiçbirini düzgün yakalayamıyordu. Gözleri kapalıyken kendi bedenini dışarıdan görüyormuş gibi hissediyordu; Suho’nun üstünde duruşu, ona doğru eğilmiş yüzü, nefesinin ritmi…

 

Suho’nun eli yavaşça gömleğinin altına süzüldü. Parmakları beline dokunduğunda Sieun irkildi ama elini yakalayıp durdurmadı. Suho’nun bakışları bir an yüzüne döndü, onay arar gibi. Sieun sadece gözlerini kırptı; ne evet dedi, ne hayır. Ama Suho geri çekilmedi. Parmakları gömleğin altındaki tenini keşfetmeye devam etti—yavaşça, sabırla.

 

Tam o anda, Suho kalçasını ona doğru sürttü ve bastırdı. Sertlikleri birbirine bastığında ikisi de nefesini tuttu. Suho’nun alnı Sieun’un alnına değdi. Gözleri kapalıydı, dudakları aralıktı.

 

“Tanrım,” diye fısıldadı Suho, o kadar hafifti ki duyulmasa da olurdu.

 

Sieun’un dudaklarından bir inilti kaçtı, çabucak elini ağzına götürdü. Suho’nun gözleri açıldı—panik yoktu, sadece hayranlık ve yorgun bir arzu. Yavaşça Sieun’un elini tuttu, ağzından çekti ve alnına bir öpücük kondurdu.

 

O an Sieun’un içinde bir şey kırıldı. Artık saklamıyordu. İstiyordu. Korkuyordu. Ama bu korku, o bildiği eski korkulardan değildi. Bu, arzuya bulanmış, kendini kaptırma korkusuydu.

 

Suho, tekrar dudaklarına eğildi. Öpüş yavaşça derinleşti. Diliyle ağzını nazikçe araladı, Sieun karşılık verdi. Her temas içlerine işliyordu, her nefes bir öncekinden daha ılık ve daha yüksekti.

 

Suho’nun eli gömleğini yukarı kaldırdı. Parmak uçları göğsüne dokunduğunda, Sieun’un sırtı refleksle kavislendi. Kalbi delice çarpıyordu. Bir an için gözlerini açtı, tavana baktı. O loş ışık hâlâ oradaydı, ama artık bulanıktı.

 

“Bu… ben miyim gerçekten?”

 

Suho’nun vücudu biraz daha üzerine bastırıldığında, bu düşünceler dağıldı. Artık yalnızca dokunuşlar, nefesler, titreyen parmaklar ve aralarındaki bastırılmış inlemeler vardı.

 

Dizleri kendiliğinden yukarı çekildi, Suho’nun kalçalarını sıkıştırdı. Suho başını kaldırdı, gözleri karanlıkta parlıyordu. Yüzünde tanıdık bir ifade vardı: hem şaşkın, hem minnettar, hem de sınırda.

 

Ama tam o anda, odanın dışından bir gıcırtı sesi geldi—büyükannenin odasında bir hareketlenme.

 

İkisi de irkildi. Suho kalkmadı ama dudaklarını geri çekti. Sadece Sieun’un alnına yasladı başını. Birlikte birkaç saniye, öylece hareketsiz kaldılar.

 

Sessizlik yeniden çöktü. Yalnızca kalplerinin sesi vardı.

 

Suho fısıldadı: “Devam edersek… işim bitene kadar durmam.”

 

Sieun’un göğsü inip kalkıyordu. Gözlerini yavaşça kapadı.

 

“Ben de…” diye düşündü, ama söylemedi.

 

Bunun yerine elini Suho’nun ensesine götürdü, hafifçe sıktı. Sonra fısıltıyla, net bir tonda: “Kapı kilitli mi?”

 

Suho’nun dudakları hafifçe yukarı kıvrıldı. Sessizce başını salladı, onu sertçe öpmeye devam etti.

 

Yorganın altındaki hava gitgide ısınıyor, her dokunuş derinleşiyordu. Suho’nun elleri artık gömleğinin içindeydi; Sieun’un belini, kaburgalarını, sonra tekrar sırtını incelikle yokladı. Parmak uçları özenliydi ama niyetleri netti. Her temasta biraz daha açıldı, biraz daha cesurlaştı.

 

Sieun’un kalbi göğsünden çıkacak gibiydi. Yüzünü Suho’nun boynuna gömdü, sessiz bir inilti bastırmaya çalıştı. Suho’nun kalçası onunkinin üzerine bastığında, içinden geçen o yakıcı arzu bütün vücudunu sardı. Dişlerini dudağına bastırdı, susmak zorundaydı. Sadece bir duvar ötede büyükanne vardı. Oysa şimdi hiçbir şey umurunda değildi.

 

Suho tekrar yukarı çıktı, öpücüklerini çenesine, dudaklarına taşıdı. Sieun’un gözleri buğuluydu, yana doğru yattı ve Suho’nun vücudunun kendi üstüne kapanmasına izin verdi. Onu ilk kez bu kadar yakından hissediyordu—tenini, ağırlığını, ritmini.

 

Suho’nun eli yavaşça pantolonunun lastiğine indiğinde, Sieun’un vücudu titredi. Ama elini tutmadı. Geri çekilmedi. Sadece göz göze geldiler.

 

Suho pantolonunu açtı ve bacaklarından aşağı doğru itti. Parmak uçlarının temas ettiği her yer alev alıyordu. Elleri boxer lastiklerini buldu ve sertçe çekip çıkardı. Sieun’un alt bedeni tamamen çıplak kalmıştı, soğuk havanın temas ettiği teni ürperdi.

 

Suho’nun elleri kendi pantolonunu buldu ama Sieun onun elini tutup itti. Elleri hızlı bir şekilde Suho’nun altındakileri çıkarmak için çalıştı. Suho yataktan kalkıp pantolonunu çıkardı ve geri dönmeden tişörtünü de çekip yere attı. Sieun’nun karşısında ilk defa çıplak duruyordu. Sieun gözlerini ondan alamadı.

 

Suho’nun vücudu karanlıkta silüet gibi belirmişti. Kaslarının çizgisi, boynundan aşağıya inen gölgeyle birlikte odanın loşluğuna karışıyordu. Nefes alışverişi hızlanmıştı ama gözleri hâlâ yalnızca Sieun’daydı. Bir adım attı, sonra bir adım daha… ve tekrar onun yanına uzandı. Vücutları ten tene değdiğinde, Sieun’un içinden bastırılamayan bir ürperti geçti.

 

Yorgan hafifçe üzerlerine çekilmişti. Artık ses çıkarmamaları gerekiyordu. Suho’nun dudakları boynuna indiğinde, Sieun başını yana çevirdi; istemsizce değil, açıkça davetkâr. Dudakları birbiri ardına izler bırakıyor, her biri başka bir sabırsızlıkla doluydu.

 

Sieun’un elleri de hareketlenmişti artık. Suho’nun sırtını, omuzlarını, ardından belini yoklarken, dokunuşları ilk defa kendi iradesini yansıtıyordu. Daha önce hiç böyle biri gibi hissetmemişti—istenen, arzulanan ve karşılık verebilen biri.

 

Suho dudaklarıyla boynundan göğsüne doğru öpücükler bırakırken bir yandan da gömleğinin düğmelerini açmaya başlamıştı. Bacakları karışmış, yatakta yan pozisyonda bir birbirlerine dönüklerdi. Suho onun gömleğini tamamen araladıktan sonra göğüs uçlarını yalayıp, emmeye başladı. Sieun kafasını geriye doğru atmış ağzı aralık inlememek için zor duruyordu.

 

Suho tek bacağını Sieun’un bacaklarının arasından geçirip onu iyice kendine çekti. Çıplak bedenleri tamamen birbirine yapışmış, penisleri çıplak tenlerine sürtünüyordu. İkisi de aynı anda inledi, sessizce.

 

 Sieun penisinden gelen öz suyunun Suho’nun karnına aktığını hissedebiliyordu. Tenine değen bu temas o kadar erotik ve deli ediciydi ki gözlerinin dolduğunu hissetti. Bir sonuca varma istediğiyle yanıp tutuşuyordu, her şey çok fazla ve aynı anda çok az hissettiriyordu. Suho’nun kalçasına değer sert ve kalın penisi, Suho’nun karın kaslarına sürtünen kendi sertliği, Suho’nun meme ucunu emen ağzı, Suho’nun elleri...Suho... Ahn Suho...

 

Tam o anda Suho dudaklarını göğsünden ayırıp kafasını kaldırdı. Suho’nun gözleri karanlıkta neredeyse parlıyordu—içinde tutmaya çalıştığı bir yangının ışığı gibi. Gözbebekleri büyümüştü, bakışları Sieun’un vücudunun her kıvrımını takip ederken yakaladığı her görüntü, içinde daha fazla arzu uyandırıyor gibiydi. Ama elleri… elleri hâlâ temkinliydi. Titriyordu, evet—ama saldırmıyordu. Her dokunuş, arzuya değil, sabra zorlanan bir iradenin sonucu gibiydi.

 

Dudakları aralıktı, nefesleri düzensizdi. Dudaklarının kenarında belli belirsiz ıslaklık, az önceki öpüşmelerin izini taşıyordu. Bir noktada çenesini sıktı, dişlerini birbirine bastırdı. Gözlerini kaçırmadı ama nefesini içine çekti—sanki bir şeyin patlamasını engellemeye çalışıyordu.

 

Sieun onun kendini tutmasını istemiyordu, aksine istediği her şeyi yapmaya hazırdı. Ellerini kaldırıp birini Suho’nun saçlarına diğerini de göğsüne koydu. Suho’nun saçlarını çekerek yüzünü kendine daha da yaklaştırdı, onu öpmeye başladı. Bir yandan da kalçaları alışık olduğu ritimde hareket etmeye başlamıştı.

Suho ağzının içine doğru inledi. Kalçasındaki eli çıplak poposuna kaydı ve sıktı. Popsunu öyle bir sıkıyordu ki iz bırakacağına emindi. Kalçasına değen penisten ıslaklık tenine doğru süzülmeye başladı.  Sieun aklını yitirdiğine emindi, artık düşünemiyordu. Ahn Suho onun sonu olacaktı.

 

Suho bir anda geri çekildi ve gırtlaktan gelen bir sesle konuştu, “Arkanı dön.” Sesindeki emir tonu Sieun’un içinde bir şeyler kaynamasına sebep olmuştu. Sieun o ne isterse yapacaktı ve bu durumdan utanacak kadar bile kafası yerinde değildi.

 

Doğrulup sırtını Suho’ya döndü. Suho’nun bir eli hemen kalçasına giderken diğer eli boğazına dolandı. Sieun’u kendine doğru çekti. Sieun sert penisin önce sırtına sonra poposuna değdiğini hissedince onun elleri altında titredi.

 

“Baldırını sıkıştır Sieun. Sakın gevşetme,” diye kulağına doğru fısıldadı. Sesi o kadar kalın ve titrekti ki, neredeyse bir uyarı gibiydi. Sieun itiraz etmeden istediğimi yerine getirdi.

 

Kalçasındaki el gitmişti ama Suho’nun arkada kendi penisi kavradığını poposuna değen parmaklarla anladı. Sieun poposunun arasından baldırlarına doğru kayan penisi hissettiğinde kafasını geriye doğru atarak inledi.

 

“Aggghh... Suho-ya... nmggh,  napıyorsun?” hem kafası karışmış hem de aşırı derecede azmıştı. Dünyanın aynı anda hem çok hızlı hem de çok yavaş döndüğünü hissediyordu. Boğazını kavrayan elin altında gırtlağından kesik kesik nefesler çıkıyordu. Suho’nun penisinin ıslak ucu deliğine sürtünerek baldırının arasına kayıyordu.

 

“Sieun-ah, güven bana bebeğim. Seni iyi hissettirecem.”

 

Suho arkasında kalçasını ileri geri yavaş yavaş hareket ettirmeye başladı. Her itişinde ıslak penisinin ucu deliğini teğet geçiyor, Sieun’un delirmesine yol açıyordu. Sessiz kalmak için o kadar kendini kasıyordu ki gözlerinden yaşlar akmaya başlamıştı.

 

Suho’nun arkasında ense köküne doğru sessiz “Ahhh... ahh.. mmggh...” diye bıraktığı sesler durumuna hiç yardımcı olmuyordu. Suho penisini tekrar konumlandırdı. Şimdi her itişinde deliğine değdiği gibi, taşaklarına da sürtünüyordu. Sieun’un penisi temassızlıktan zonklamaya başlamıştı.

 

“Suho... Ahh... lütfen...” konuşamıyordu, düşünemiyordu. Sessizce ağlayarak kalçasını Suho’ya daha da bastırmaktan başka hiçbir şey yapamıyordu.

 

Suho’nun boğazındaki eli vücudundan aşağı kayarak penisine indi. Kalçalarının hareketiyle birlikte onu çekmeye başladı. Sieun kafasını yastığa doğru çevirdi, ağzını yastığa gömerek inledi. Tek eli Suho’nun penisini kavrayan elinin bileğine gitti. Sadece tuttu, sıkıca. Başka ne yapacağını bilmiyordu.

 

“Mgggh.. ahhgg.. Suho... Ahn Suho... dayanamıyorum,” diye bir şeyler mırıldandı, ne dediği tam belli değildi. Zevkle bütün aklı allak bullak olmuştu. Suho durmadı, kalçasını ve elini oynatmaya devam etti. Her itişinde deliğine biraz daha sert bir baskı hissediyordu, baldırları ve poposu sırılsıklam olmuştu. Kayganlığın verdiği kolaylıkla Suho’nun penisinin ucu deliğine doğru daha kolay takılıyordu.

 

Sieun hiç hissetmediği bir hazzın doruklarındaydı. Suho’nun tam şu anda onu sikmesini istiyordu. Bu yeterli değildi, hem de hiç. Deliğinden içeri kaymasını ve sertçe onu becermesini istiyordu. Yoksa aklını kaçıracaktı. Daha önce hiç vücudunun o bölgesinde böylesine simüle olacağını düşünmemişti, ama şu an sanki yeni bir zevkin kilidi açılmıştı ve dahası için bütün vücudu titriyordu.

 

“Sieun-ah, iyi mi bebeğim? Seni iyi hissettiriyor muyum?” Suho’nun sesi beyin kimyalarıyla oynuyordu. O kadar azmış ve kalın geliyordu ki. Kısık kısık ensesine, omuzlarına doğru bıraktığı inlemeler onun da en az Sieun kadar sona yakın olduğunun sinyalcisiydi. Sieun konuşamadı, kafasını Suho’ya doğru çevirdi ve öpüşmeye başladılar.

 

Suho’nun kalçası ve penisindeki eli daha da hızlandı. Sieun tam o penisini geri çekmişken poposunu geriye doğru bastırınca deliği penisinin ucunu yakaladı ve ucu içeri doğru biraz kaydı. İkisi de öyle bir inlediler ki, o anda boşaldıklarını düşünmek mümkündü.

 

Dudaklarını ayırmadan öylece durdular, Suho’nun kalçası ve eli hareket etmeyi bırakmıştı. Ne yapacağına karar vermeye çalışır gibi duruyordu, penisinin ucu hala deliğinin içindeydi. Sieun inleyerek biraz daha kendini onda doğru bastırmaya çalışınca kalçasındaki eli onu tuttu ve durdurdu. Sieun mızmızlanan bir inilti bıraktı.

 

“Sieun-ah...” dedi sesinde acı çekiş vardı. “Kendini inciteceksin, yapma.”

 

Sieun’un şu an bunu düşünecek akıl sağlığında olduğu söylenemezdi. Sadece, “Lütfen... devam et... lütfen...” diyebildi.

 

Suho’nun dudakları tekrar onunkileri buldu, penisini yavaşça içinden çıkardı. Eski konumunu alırken eli tekrar penisini okşamaya dönmüştü. Bu sefer her hareketinde penisinin başı deliğinin içine girip çıkıyordu. Sieun’un deliği kasılmaya başlamıştı. Boşlukta kaldıkça tekrar dolma arzusuyla kasılıp gevşiyordu. Boşalmak üzere olduğunu hissetti, daha fazla tutabileceğini sanmıyordu.

 

Suho’nun da yaklaştığı kesindi, nefesi kesik kesik dudaklarına vuruyordu. Ritmi bozulmaya başlamıştı, penisi her deliğini bulduğunda içine doğru sıvısını akıtıyordu. Her çekip girişinde içinde kalma süresi daha da uzuyordu. Sieun bambaşka bir insan gibi hissetmeye başlamıştı, ağzından çıkan sessiz iniltiler ona ait olamazdı. Kalçasını Suho’ya bastırmaya, onu daha da içine almaya çalışan kişi Sieun olamazdı, ama oydu.

 

“Sieun-ah, boşal bebeğim, benim için gel.”

 

Bunu duymasıyla sarsılarak boşalmaya başladı. Suho bir an bile durmadan onu çekmeye deliğinin içine girip çıkmaya ve baldırlarına sürtünmeye devam etti. İnleyerek, kendini kaybederek boşaldı. Suho’nun eline boşalan menileri o kadar sıcak, çok ve beyazdı ki Suho hissiyatıyla inledi.

 

Sieun titremeye devam ederken Suho’nun kalçasının durduğunu hissetti. Buna izin vermeye niyetti yokmuş gibi Suho’yu kalçasından tutup kendine çekti. Fısıltıya yakın bir sesle “Devam et,” dedi.

 

Suho inlerken başını onun omzuna yasladı ve devam etti. Arkasındaki bedenin titrediğini hissedebiliyordu. Yeni boşalmış olmanın getirdiği vücudundaki hassasiyet sızlanmasına sebep oldu ama devam etmesine izin verdi.

 

Suho şimdi iyice kendini kaybetmiş bir şekilde kendini ittiriyordu. Penisi deliğini son bir kez daha bulduğunda “Boşalıcam,” diye kesik bir nefes bıraktı ve kendini geriye doğru çekmeye yeltendi. Sieun kendini ona doğru iterek geri çekilmemesini sinyalledi.

 

 Suho nefesini kontrol edemez bir şekilde, “Sieun... ne istediğini bilmiyorsun,” diye bir mırıltı bıraktı. Ama yanılıyordu, Sieun ne istediğini gayet biliyordu. Kalçasını kavrayıp kendine bastırdı, Suho’nun penisi deliğiyle bir kez daha buluştu ve sıcak sıvının içine doğru aktığını hissetti. Arkasında Suho, “Aaggghh....” diye son bir kez inledi ve sarsılarak boşaldı.

 

Yavaşça kendini çekerken ikisinden de tıslamaya benzer bir ses çıktı. Sırtını yatağa yasladılar ve tavanı izlemeye başladılar.

 

Yavaşça kendini çekerken ikisinden de tıslamaya benzer bir ses çıktı. Sırtlarını yatağa yasladılar ve tavanı izlemeye başladılar. Odanın içi yeniden sessizleşmişti ama sessizlik, huzurlu değil, taşmak üzere olan bir baraj gibiydi. Nefesleri hâlâ düzensizdi; Suho’nunki daha ağır, boğazının derininden çıkıyor, Sieun’unkiyse kısa ve sarsak aralıklarla yükseliyordu.

 

Yan yana, omuzları birbirine değecek kadar yakın ama aralarında hâlâ patlamamış gerilimler varken uzandılar. Suho, gözlerini tavandan ayırmadan konuştu:

 

“Eğer biraz daha devam etseydik…”

Sesi kalındı, çatallı. Cümle tamamlanmadı ama sonunu duymaya gerek yoktu zaten. Nefesinin içindeki titreme, söylediklerinden daha netti.

 

Sieun yan dönmedi. Sadece göz kapaklarını kıstı, Suho’nun sesinin kendisinde bıraktığı yankıyı bastırmaya çalıştı. Göğsü hâlâ hızla inip kalkıyordu. İçinde, hâlâ çözülmemiş bir şeyler kıvranıyordu. Parmak uçlarında, dudaklarında, belinin orada kalan dokunuş izinde hâlâ yanıyordu.

 

Suho yavaşça başını çevirdi. Gözleriyle Sieun’u izledi, saçlarının alnına düşen kıvrımlarını, hala yarı aralanmış dudaklarını, hafif pembeleşmiş boynunu… Bütün bunlar bir kez daha üzerine eğilme isteğini dürtüyordu.

 

Ama yapmadı.

 

“Üşüyor musun?” diye sordu alçak sesle. Bir bahaneydi belki ama samimiydi de.

 

Sieun başını sağa çevirip ona baktı, bir anlık duraksamayla. Sonra başını olumsuz anlamda salladı. Yorganı biraz daha üzerine çekti ama. Suho da kendi tarafına doğru kıvrıldı, bu defa biraz daha yakınlaştı. Aralarındaki sıcaklık, örtünün altında daha da yoğun hissediliyordu artık.

 

Bir süre daha hiçbir şey demediler. Yalnızca aynı tavana baktılar, sanki o beyaz boşluk cevap verecekmiş gibi.

 

Sonra, Sieun’un sesi duyuldu. Neredeyse fısıltı gibiydi. “Az kalsın… gerçekten…” Cümle havada asılı kaldı. Ama Suho’nun gülümsemesi genişledi. Gözlerini kapadı, alnı hafifçe kırıştı.

 

“Biliyorum.”

 

Suho bir anda doğruldu ve Sieun’un yanındaki çekmeceye uzandı, ıslak mendili çıkardı. Sieun’un bacaklarının arasına girip onu temizlemeye başladı. Sieun’dan kesik nefesler ve tıslamalar duyuldu ama onu durdurmadı, sadece izin verdi.

 

Suho mendili bıraktığında, kısa bir süre öylece durdu. Sonra başını kaldırdı, gözleri Sieun’unkilerle buluştu. İkisinin arasında bu sefer konuşulması gereken hiçbir şey yoktu. Anlamlar, tenlerinde kalmıştı.

 

Suho yavaşça geri uzandı, bu kez yüzü Sieun’a dönüktü. Yorganı aralarında düzeltti, sonra ona daha da yaklaştı. Sieun da başını yana çevirip gözlerini ona dikti. Suho bir kolunu beline doğru atıp kafasını boyun boşluğuna yerleştirdi.

 

Sieun, Suho’nun sıcak nefesini ensesinde hissettiğinde hafifçe irkildi ama geri çekilmedi. Tam tersine, boynunun içine yerleşen bu ağırlık bir huzur gibi geldi. Suho’nun kolu belinde yavaşça gevşedi; ne sıkıydı ne de gevşek—tam olması gerektiği kadar. Bir sarmalanma değildi bu, bir izin verme hâliydi.

 

İkisi de gözlerini kapadı. Yatakta hâlâ vücutlarının arasında kalan gerginlik ince bir tel gibi geriliydi, ama artık bu tel kopmak üzere değil, onları birbirine bağlamak için oradaydı. Yavaş yavaş, o gerginliğin içinde nefes almayı öğreniyorlardı.

 

Sieun’un kalp atışları hâlâ hızlıydı ama Suho’nun göğsüne yaslanınca, onun ritmiyle yavaşça senkron olmaya başladı. Bu, alışık olmadığı bir ritimdi. Kendi başına kaldığında genelde zihni durmazdı, bedenini unuturdu. Ama şimdi tam tersiydi. Zihni sessiz, vücudu  gevşemişti. Suho’nun varlığıyla şekillenmiş, onun dokunuşuyla hatırlanmış gibiydi.

 

Bir süre böyle kaldılar. Suho’nun burnu Sieun’un boynuna değiyor, zaman zaman nefesiyle minik titreşimler bırakıyordu. Parmakları Sieun’un belinin kenarında, hareketsiz ama varlığı hissedilir bir şekilde duruyordu.

 

Suho’nun nefesi gitgide daha ağır, daha düzenli hâle gelmişti. Göğsü, Sieun’un koluna hafifçe değen bir dalga gibi, ritmik bir şekilde inip kalkıyordu. Birkaç dakika önceki gerginlik artık yerini tatlı bir yorgunluğa bırakmıştı. Vücutları birbirine temas ederken, aralarındaki sınırlar silikleşmişti.

 

Sonra… her şey yavaşladı.

 

Tavan bulanıklaştı. Dışarıdaki sokak lambası sönükleşti. Zihinleri susmaya, bedenleri dinlenmeye başladı.

 

Ve ikisi de, aynı yorganın altında, aynı ritimde nefes alarak, kelimelere ihtiyaç duymadan… uykuya daldı.

Chapter 22: Kamp

Chapter Text

Yorganın altı hâlâ sıcaktı. Sieun gözlerini açtığında odanın loşluğu içinde ilk fark ettiği şey Suho’nun hala uyuyor olduğuydu. Yüzü yastığa gömülmüştü, saçları dağılmış, dudakları hafif aralık. Yorgan omzunun biraz altına kadar kaymıştı; sırtı açıkta kalmıştı. Tenindeki izleri görmek… Sieun’un kalbine minik bir sarsıntı gönderdi.

 

Yavaşça yutkundu. Başını yastıktan kaldırmadan tavana baktı.

 

Dün geceyi düşünmemeye çalıştı.

 

Ama görüntüler sızıyordu—Suho’nun elleri, öpüşleri, sesi... Özellikle de sonlara doğru o kısık nefeslerle söylediği birkaç kelime. Gözlerini sımsıkı kapadı. İçini hem utanma, hem istemsiz bir istekle karışık bir ürperti sardı. Kendi göğsü bile hâlâ hafif nemliydi, teninde Suho’nun dokunuşunun izi gibi duran o sıcaklık…

 

Sessizce doğruldu. Üzerine kıyafetelerini geçirdi, sonra Suho’ya baktı. Uyuyan hali… başlı başına baştan çıkarıcıydı. Yumuşak çizgiler, yastıkla dağılmış saçlar, gevşemiş omuzlar.

 

Bir anlığına kendini eğilip öpmek üzere durdurmak zorunda kaldı.

 

İç çekti. Sonra hızlıca çantasını toparlamaya başladı.

 

Kapıdan çıkmadan önce bir kez daha döndü ve baktı. Suho hâlâ derin uykudaydı.

 

°°°

 

Sınıfa girdiğinde sınıf arkadaşları çoktan yerlerini almıştı. Gotak başını sıraya yaslamış homurdanıyor, Juntae içeceğini yudumluyor, Baku ise ayakkabılarının bağcıklarıyla uğraşıyordu.

 

“Yo,” dedi Juntae. “Gözlerin kıpkırmızı. Uyuyamadın mı dün gece?”

 

Sieun bir şey demedi. Sadece çantasını sandalyeye bıraktı ve oturdu.

 

“Yoksa…” dedi Baku, sesi uzatarak, “dün gece Suho'yla mıydınız?”

 

Sieun’un ifadesi değişmedi ama gözleri bir an yere kaydı. Gotak hemen, “İşte bu!” diye bağıracak oldu ama Sieun’un o keskin bakışıyla karşılaşınca sesini alçalttı: “Tamam sustum.”

 

Ders boyunca dikkatini toplamakta zorlandı. Özellikle boşta kaldığı anlarda… Suho’nun sesinin zihninde yankılanması, boynuna bıraktığı öpücüklerin izi gibi, ders kitaplarının üzerinde hissediliyordu.

 

Öğle arasında çocuklarla kantinde oturdu. Gülüyorlardı, arada ona da laf atıyorlardı ama Sieun’un ifadesi alışıldık o soğukkanlı halindeydi. Yine de havası iyi gibiydi; cevap vermese de oradaydı, kulak veriyordu.

 

°°°

 

Dershanenin soğuk sandalyesine oturduğunda Suho’dan mesaj geldi:

 

“Etüt bitince ara beni?”

Ardından bir fotoğraf düştü.

Üstü çıplaktı, kol kasları belirgindi, saçları terden alnına yapışmıştı. Altında sadece gri eşofman vardı.

 

Sieun’un gözleri bir an büyüdü. Boğazından yavaşça bir nefes çıktı ama çevresine belli etmedi. Telefonu sessizce ters çevirdi. Kalbi biraz hızlı atmaya başlamıştı.

 

Sıraya eğilip yazı yazmaya devam etti ama zihni artık cümle kurmaktan çok uzaktaydı.

 

°°°

Etüt sonunda telefonunu tekrar eline aldığında ekranında hâlâ Suho’nun mesajı ve fotoğrafı duruyordu. Ekranı kaydırdı, bir an kendi yansımasına baktı—yanakları hafif pembeleşmişti. Derin bir nefes aldıktan sonra Suho’yu aradı.

 

Telefon iki kez çaldıktan sonra açıldı.

 

“Hey,” dedi Suho, sesi biraz yorgun ama yumuşaktı.

 

“Hey,” dedi Sieun da, sesi her zamanki gibi kısık ama bu defa içinde bir çekingenlik vardı.

 

“Etüt bitti mi?”

 

“Bitti,” dedi kısa bir sessizlikle.

 

“Nasıl geçti günün?” diye sordu Suho, ciddi ama aynı zamanda sanki o sabahın ardından Sieun’u bir yoklamak ister gibiydi.

 

Sieun yürümeye devam ederken kulağına telefonu yasladı, gözlerini karşıya dikti. “Okul… dersteydim. Kantinde çocuklarla oturduk. Etüt vardı işte,” dedi. Tonu düz olsa da her kelimesi Suho’yu önemsediğini fısıldar gibiydi.

 

“Çok yorulmuşsun,” dedi Suho, daha çok onu dinledikçe netleşen bir tebessümle. Sieun nefesini tuttu. Adımlarını yavaşlattı, sanki yürümeye devam ederse kelimeler vücuduna yayılacakmış gibi.

 

Telefonun diğer ucunda bir yaprak hışırtısı gibi bir şey duyuldu; Suho yerinden kalkıyordu belli ki.

 

“Ben de anlatayım mı biraz?” dedi Suho, tonunu hafifçe yükselterek. “Bugün fizik tedavi vardı. Sonra biraz ağırlık çalıştım.”

 

“Gördüm,” dedi Sieun, sesi neredeyse fısıltıydı.

 

“Fotoğrafı mı?” Suho’nun sesi belirgin bir şekilde kıkırdamaya döndü. “Beğendin mi peki?”

 

Sieun cevap vermedi. Sadece yutkundu.

 

Suho durmadı. “Yani bir tane daha atsam… şikayet etmezsin herhalde.”

 

Tam o anda telefon ekranı titredi. Yeni bir fotoğraf geldi. Suho bu sefer aynanın karşısında, saçları havluyla silinmiş, boynu hâlâ ıslaktı. Gömleğini giymemişti, kasları netti. Altında sadece siyah bir şort vardı.

 

Sieun istemsizce durdu. Ekrana bir saniye baktı, sonra çabucak telefonu kulağına geri götürdü.

 

“Beğendin mi?” diye fısıldadı Suho, sesi açıkça eğleniyordu artık.

 

Sieun’un yanakları yandı, gözlerini kaçırdı. “Niye böyle şeyler yapıyorsun…” dedi, ama sesi ciddi değil, daha çok bastırılmış bir ürpertiydi.

 

“Çünkü seni özledim,” dedi Suho, yavaşça. “Ve... şu an burada olsaydın, tam olarak neyi özlediğimi daha iyi anlardın.”

 

Sieun bir şey demedi. Kafasında uğuldayan sesi bastırmak ister gibi derin bir nefes aldı.

 

Sieun boğazını temizledi, sesini toparlamaya çalıştı ama yanaklarındaki sıcaklık hâlâ geçmemişti. Bir yandan kalbinin çarpıntısını bastırmaya, bir yandan sesini sakin tutmaya çalışarak fısıldadı:

 

“Ben… otobüse binmem lazım şimdi.”

 

Suho’nun sesi telefonda yumuşadı, bir kahkaha gibi değil de, onu rahatlatmaya çalışan bir tonla:

 

“Tamam. Bin otobüsüne. Ama sonra bana yazmazsan bozulurum, biliyorsun.”

 

Sieun başını eğip ufak bir iç çekti. “Yazarım,” dedi kısa bir şekilde. Sonra aramayı kapattı. Telefonu elinde tuttuğu gibi bir an öylece durdu, sonra cebine koydu ve durağa doğru yürüdü.

 

°°°

 

Otobüse bindiğinde cebindeki telefonun titreşimi yeniden başladı. Çıkardı. Suho’dan bir mesaj gelmişti:

 

“Görmeyi sevdiğim yüzü hâlâ göremedim.”

 

Ardından bir emoji: göz kırpan bir yüz.

 

Sieun mesajı görünce istemsizce dudaklarını ısırdı. Çevresine bakındı, kimse dikkat etmiyordu. Telefonun kamerasını açtı, yüzünü ekrana baktı. Saçları biraz dağınıktı, gözleri yorgundu ama yanaklarındaki o kızıllık hâlâ geçmemişti.

 

Ne yaptığını tam bilmeden, otobüs camından sızan sokak ışıklarıyla aydınlanan yüzünü tek kare çekti. Fazla poz vermeden, sadece o anki haliyle. Ve yolladı.

 

Bir saniye geçmeden Suho’nun cevabı geldi:

 

“Yandım. Şimdi bu yüzü özleye özleye mi uyuyacağım?”

 

Sieun gözlerini devirdi ama yüzündeki hafif tebessümü engelleyemedi.

 

Otobüs yavaşça ilerlerken, Sieun cama yaslanıp dışarıdaki loş ışıkları izledi. Telefonu hâlâ elindeydi. Suho’dan yeni bir mesaj daha geldi:

 

“Hadi, eve varınca yine yaz.”

 

Sieun’un kalbi sıkıştı bir an. Kendi kendine, “Niye bu kadar etkiliyor ki…” diye düşündü. Başını cama yasladı, gözlerini kapattı. Suho’nun o sabahki nefesini, teninin sıcaklığını hatırlayınca boğazında bir düğüm oluştu.

 

°°°

 

Eve vardığında sessizce odasına geçti. Çantasını köşeye bıraktı, üstünü değiştirmeye bile üşendi. Yatağa uzandı ve bir süre tavana baktı. Telefonunu eline aldığında mesaj yazmak için birkaç kez parmakları ekranda duraksadı.

 

Sonunda kısa bir şey yazdı:

 

“Eve geldim. Yatıyorum şimdi.”

 

Suho’dan hemen yanıt geldi:

 

“Bekle.”

 

Bir fotoğraf düştü hemen ardından. Bu kez Suho’nun saçları dağınıktı, üzerinde yalnızca ince bir tişört vardı ve yüzünde yorgun ama huzurlu bir ifade. Gözleri doğrudan kameraya bakıyordu, bakışı sanki oradan çıkıp Sieun’a dokunacak gibiydi.

 

Sieun’un içi ürperdi. Parmaklarını dudaklarına götürdü, “Saçmalama Sieun…” diye mırıldandı sessizce. Kalbi atmaya başlamıştı, hem de gereksizce hızlı. Gözlerini kapattı ama o bakış gitmiyordu.

 

Telefonu yavaşça göğsüne bıraktı. Suho’dan bir mesaj daha geldi:

 

“Keşke şu an yanımda olsan. Sadece yanında uyumak istiyorum.”

 

Sieun bir süre cevap yazmadı. Zihninde Suho’nun sesi, o sabahın sıcaklığı dolanıyordu. İçinden geçenleri yazmaya cesaret edemedi. Sadece şunu yazdı:

 

“İyi geceler Suho.”

 

Ve telefonu kenara koydu. Ama uyku, o gece hemen gelmeyecekti. O fotoğrafın ve Suho’nun sesinin izinde gözlerini kapalı tutup, içindeki kıpırtıyla baş başa kaldı.

 

°°°

 

°°° Cumartesi Sabahı °°°

 

Tren istasyonu kalabalıktı ama hava hafif esintili ve güneşliydi. Sieun sırt çantasını omzuna takmış, telefonuna bakmadan Suho’yu gözleriyle arıyordu. Kalabalığın arasından Juntae’nin gülerek salladığı elini gördü önce, sonra Gotak’ın sırıtışı, ardından Baku’nun sırtında taşıdığı dev kamp çantası. Ve onların yanında… Suho.

 

Göz göze geldiler. Suho’nun gülümsemesi yavaş ama belirgindi. Elinde termos vardı, saçları dağınık, gözlerinin altı hafif mor ama yüzünde huzurlu bir şey vardı—sanki sonunda olması gereken yerdeymiş gibi.

 

Sieun’un içinde bir yer rahatladı. Neredeyse fark etmeden, adımlarını hızlandırdı.

 

“Gelmişsin,” dedi Suho hafifçe, omzunun üzerinden bakarak.

 

“Sen de,” dedi Sieun, kısa ama dolu bir bakışla.

 

Juntae araya girdi: “Bu ikisi göz gözüne bakarken tren kaçıracağız, hadi!”

 

Grup birlikte perona yürümeye başladı. Gotak kendi şakalarına gülüyor, Baku çantasını yere sürüyerek homurdanıyordu. Ama Sieun ve Suho’nun arasında farklı bir sessizlik vardı. Konuşmadan, yan yana yürüdüler. Dirsekleri neredeyse değecek kadar yakın.

 

Tren hareket ettiğinde herkes cam kenarındaki yerlerine oturdu. Suho, Sieun’un karşısındaki koltuğa yerleşti. Baku tam o sırada araya sızmaya çalışınca, Suho onun önüne bir kolunu uzattı.

 

“Burası dolu.”

 

Sieun gözlerini kaçırdı ama dudakları hafifçe kıpırdadı.

 

Yol boyunca arkadaşlar şakalaşırken, Suho çaktırmadan ayağını uzatıp Sieun’un ayağına dokundu. Önce geri çekmedi. Sonra bir anlık bir refleksle geriye kaydı. Suho yalnızca gözlerini kırptı.

 

“Birazdan deniz görünecek,” dedi Suho alçak sesle.

 

Sieun başını eğip pencereden dışarı baktı. Gözleri uzaklara takılmış gibiydi ama Suho’nun sesi kulaklarının içindeydi.

 

°°°

 

Tren yolculuğunun sonunda ufak bir kasabaya vardılar. Konaklayacakları yer denize yakın, ahşap bir pansiyondu. İki katlı binanın önünde denizden gelen hafif bir yosun kokusu hissediliyordu. Tahta zemin hafifçe gıcırdarken, Gotak önden fırlayıp anahtarları almak için resepsiyona koştu.

 

Odalar ikişer kişilikti. Kura gibi bir şey yapmaya çalıştılar ama Juntae ve Baku kavga ede ede aynı odaya düşerken, Suho ile Sieun’in yan yana odalarda kalması kaçınılmaz oldu. Ancak resepsiyon görevlisi bir aksilik olduğunu, yan yana odalardan birinin dolu olduğunu söyleyince Gotak sırıtıp Suho’yla Sieun’a baktı:

 

“İşte kader böyle bir şey dostlar. Aynı odadasınız.”

 

Suho kıkırdadı, omzunu silkti. “Şikayetçi değilim.”

 

Sieun bir şey demedi ama çantasını sıkıca kavradı.

 

°°°

 

Oda sade ve küçüktü. Tek pencereden deniz görünüyordu. İki ayrı yatak vardı ama araları neredeyse yoktu. Kapı kapanır kapanmaz odanın sessizliği ikisini de içine çekti. Suho ayakkabılarını çıkarıp cama doğru yürüdü.

 

“Manzara fena değil,” dedi, sesi alçaktı.

 

Sieun sırtını kapıya yaslayıp onu izledi bir an. Yol yorgunluğu, Suho’nun bu sessiz hali, denizin kokusu… hepsi üst üste binmişti. Çantasını bırakıp yatağın kenarına oturdu.

 

Suho yanına geldi, ellerini dizlerine dayadı ve eğilip yüzünü Sieun’un gözü hizasına indirdi.

 

“Bütün hafta seni görmeyi bekledim,” dedi.

 

Sieun’un kalbi göğsünde sıkıştı. Gözlerini kaçırmaya çalıştı ama Suho’nun bakışı çok yakındı. Suho elini uzatıp parmak uçlarıyla onun saçlarını alnından geriye itti. Bir şey söylemedi; o an sadece dokunuş yetti.

 

Ve böylece, odadaki o kısa sessizlikte, ikisi de aslında ne kadar özlediklerini itiraf etmeye gerek duymadı.

 

°°°

 

Ateşin çıtırtısı geceyi dolduruyordu. Juntae, ellerinde bir çubukla marshmallowları ateşe tutmuş, yüzüne yansıyan turuncu ışıkta sabırla pişmelerini bekliyordu. Yanında Gotak, kendi marshmallowunu çoktan yakmış, simsiyah olmuş kısmı üfleyip komik bir yüzle ağzına attı.

 

“Bunu yemek intihar gibi bir şeydi,” diye homurdandı, dili yandığı için ağzını abanarak üflüyor, çocuk gibi ellerini sallıyordu.

 

Baku bir kutu gazozu açtı, patlayan sesi sessizliğe karıştı. “Senin intiharın bizim eğlencemiz,” dedi kıkırdayarak ve kutuyu Gotak’ın eline tutuşturdu.

 

Suho, ateşin yanındaki taşın üzerine oturmuş, hafifçe bir ayağını sallıyordu. Gözleri arada Sieun’a kayıyor, ama bunu belli etmemeye çalışıyordu. Yine de bakışlarındaki yumuşama, gören olursa kaçınılmazdı.

 

Sieun sessizdi; her zamanki gibi bir kenarda oturuyordu ama bu kez ifadesi donuk değil, huzurluydu. Ateşin kıvılcımları göz bebeklerinde parlıyor, dudaklarının kenarında belli belirsiz bir rahatlama izlenimi bırakıyordu. Juntae’nin yaptığı gereksiz şakaları dinlerken göz ucuyla Suho’nun keyifli halini izlemekten kendini alamıyordu.

 

Bir anda Baku atıldı. “Tamam! Sırayla herkes saçma bir şey itiraf edecek. Ciddi bir şey istemiyoruz, sadece rezil edici olsun!”

 

Gotak hemen parmağını kaldırdı. “Ben… geçen ay telefonda yanlışlıkla anneme aşk şarkısı söyledim. Kapatmayı unutmuşum.”

 

Kahkahalar yükseldi. Suho başını öne eğip gülmeye başladı, o halini gören Sieun’un dudak köşesi azıcık kıvrıldı.

 

Juntae omzunu silkti. “Ben geçen gece uyurgezerken mutfağı toplamışım. Sabah kalktığımda her şey yerli yerindeydi ve ben hatırlamıyorum.”

 

Baku kahkahalar içinde, “En sıkıcı itirafı yaptın Juntae!” diye bağırdı.

 

Suho sustu bir süre, sonra omzunu silkip gülümsedi. “Ben… sabah aynada kol kasıma baktım. İtiraf ediyorum.”

 

Baku ve Gotak, “YAKALANDIN!” diye bağırdı, kahkaha tufanı koptu. Suho utanmış gibi başını kaşıdı ama göz ucuyla yine Sieun’a baktı. Sanki sadece onun için söylemiş gibiydi.

 

Sonra hepsi bir süre sustu. Ateş sönmeye yüz tuttuğunda yavaşça battaniyeler serildi. Hava serinlemişti ama gülüşmelerin sıcaklığı içlerinde kalmıştı. Gökyüzüne bakmak için uzandıklarında, artık söze gerek kalmamıştı.

 

°°°

 

Gökyüzü neredeyse tamamen kararmış, geceyi milyonlarca yıldız delip geçmişti. Hafif bir serinlik çökmüştü üstlerine, ama kimse şikâyet etmiyordu. Sanki herkes, o anda başka bir şeye hazırlanıyormuş gibiydi.

 

Juntae ve Gotak, battaniyeleri alıp biraz ötede yere serdiler. Gülüşerek yan yana uzandılar. Baku ise yorgun bir şekilde montunu kafasına çekip bir kamp sandalyesinde sızmaya çalışıyordu.

 

Suho ayağa kalktı, ayaklarının ucunda biriken kuru yaprakları dağıtarak Sieun’un yanına geldi. Göz göze gelmediler. Suho sadece elini uzattı.

 

Sieun, başını kaldırmadan eline baktı bir an. Sonra elini tuttu ve kalktı. Sessizce onunla birlikte yürümeye başladı. Ormanın içinden hafif bir açıklığa çıktılar. Uzakta bir tepenin yamacında, gökyüzü daha açık, daha derindi.

 

Suho yere serilen battaniyeye oturdu. Ardından Sieun da yanına uzandı. Aralarında neredeyse hiç boşluk yoktu ama yine de birbirlerine dokunmuyorlardı. En azından ilk başta.

 

Yıldızlar, ikisinin de göz bebeklerinde parlıyordu. Kısa bir sessizlik oldu; ama bu sessizlik, rahatsız edici değildi. Aksine, sanki kelimeler o gece fazlalıktı.

 

Suho başını hafifçe çevirdi. Sieun’un profiline baktı. Alnına düşen bir tutam saçı parmaklarının ucuyla geriye itti. Sieun tepki vermedi. Ama nefesinin ritmi biraz değişti. Sadece Suho’nun fark edebileceği kadar az.

 

Bir süre sonra Suho’nun parmakları, yere serili battaniyenin üzerinde Sieun’un eline yaklaştı. Çok yavaş. İstemeden değil, tam aksine… bilerek, titizlikle. Dokunmadı. Sadece yan yana durdu, bir milim arayla.

 

Ve Sieun, sanki gecenin karanlığında sadece o an cesareti varmış gibi, elini hafifçe oynattı. Parmak uçları Suho’nunkilere değdi.

 

Bir temas. Küçücük. Ama yankısı göğüs kafeslerine çarparak yayıldı.

 

Parmak uçları birbirine değmişti.

 

Kısa, nazik bir dokunuştu bu—ama ne Sieun geri çekildi, ne de Suho ilerledi. Aralarında gerilen o ince ip, daha önce olduğu gibi kopmak için değil, onları yavaşça birbirine sarmak için oradaydı.

 

Suho başını yıldızlardan çevirip yavaşça Sieun’a baktı. Gözlerinde herhangi bir acele ya da oyun yoktu. Sadece dikkatle, sabırla bakıyordu. Tıpkı biri uykuda konuşan birini dinler gibi. Sessizce. Dikkatlice.

 

Sieun’un bakışları hâlâ gökyüzüne dönüktü, ama artık yıldızlara değil, göğsündeki ağırlığa odaklıydı. Kalbi—neredeyse Suho’nun tenine çarpacak kadar yüksekte atıyordu. Oysa vücudu yerinden kıpırdamamıştı.

 

Suho başını Sieun’un omzuna yasladı önce. Sanki izin ister gibi, ağır ağır. Ve yine geri çekilmedi Sieun. Sadece gözlerini kapattı. Dudağının kenarından istemsiz bir nefes sızdı.

 

Zaman yavaşladı. Rüzgâr durdu. Ateşin çıtırtısı geride kaldı.

 

Suho’nun eli, aradaki boşluğu yavaşça aşıp Sieun’un bileğine dokundu. Parmakları önce duraksadı, sonra o bileği çok hafifçe kavradı. Bir an bileğine çizilen o sıcaklıkta bütün vücudunun elektriği değişti. Tepki vermedi ama sessizliğin içine bir şey düştü: İzin.

 

Suho’nun başı şimdi omzunun üstündeydi. Diğer eli, Sieun’un göğsüne yakın bir yere kaydı—sadece varlığını hissettirmek için. Parmakları onun tişörtünün üstünden kalp atışlarını sayar gibiydi.

 

Ve sonra, başını kaldırdı.

 

Birbirlerine baktılar. Bu sefer göz göze.

 

İçinde hiç acele olmayan bir yakınlıktı bu. Karanlıkta nefeslerini paylaşarak, bedenlerinin birbirine nasıl uyum sağladığını anlamaya çalışarak, kelimelere gerek duymadan, sadece hislerle dokundular birbirlerine.

 

Suho başını eğdi, alnını Sieun’un yanağına dayadı. Sonra hafifçe dudaklarını onun çenesine sürttü—bir öpücük değil, daha çok bir dokunuş arayışıydı.

 

Sieun’un gözleri kapalıydı. Nefesi, o gece boyunca ilk kez düzensizleşti. Ama elini Suho’nun sırtına koyduğunda, titreyen parmakları Suho’ya bir şey söyledi: Devam et.

 

Ve Suho da, tam o iznin sınırlarında kalarak, yavaşça onu kendine çekti. Dudakları nihayet buluştuğunda, bu öpücük bir ihtirasın değil; tüm hafta boyunca birikmiş, bastırılmış bir özlemin dışavurumuydu. Sessiz, ama yoğun. Az, ama yakıcı.

 

Aralarındaki battaniye kırıştı. Vücutları birbirine dokunduğunda, yıldızların parıltısı sanki daha da yakına geldi.

 

Suho’nun eli Sieun’un saçlarının arasına kaydı, onu nazikçe tuttu. Sieun’un elleri de Suho’nun sırtında, bir süre hareketsiz, sonra yavaşça kayan bir güvenle hareket etti.

 

Kıyafetlerin arasında kalan boşluklar, geceyi içine çeken bir tür sıcaklığa dönüştü. Ama her dokunuş dikkatliydi. Her hareket, bir izinle ilerliyordu. Fazlası için değil, sadece o gece birbirlerini biraz daha hatırlamak içindi.

 

Sonra…

 

Suho alnını yeniden Sieun’un yanağına yasladı. İkisi de nefes nefeseydi ama konuşmadılar.

 

Zaten ne deseler, eksik olacaktı.

 

Ve yıldızlar… o gece bir çiftin sessizliğine tanıklık etti. Her şey olması gerektiği gibiydi. Az. Net. Gerçek.

 

°°°

 

Sabah, kuş sesleri ve rüzgârın çadırları dalgalandıran sesiyle başladı. Baku gözünü ovuşturarak dışarı çıktı, saçları bir kuş yuvası gibi dağılmıştı.

 

“Uyanıııın! Göl var, su var, ben varım!” diye bağırdı, sesi yankılandı.

 

Juntae, çadırdan sadece bir kolunu çıkarıp Baku’ya bir terlik fırlattı. “Sabah sabah ne bağırıyor be!”

 

Gotak ise çoktan kamp ocağına geçmişti. “Kahve isteyen? Ama kimseyi beklemem, içmeye geç kalan aç kalır!”

 

Sieun, sessizce dışarı çıktı. Üzerinde ince bir sweatshirt vardı, saçlarını düzeltti. Suho ise arkasından geldi, hâlâ uykulu ama gözlerinde belli belirsiz bir gülümsemeyle.

 

Baku hemen yaklaştı. “Ooo, gece nasıl geçti yakışıklılar?” dedi, dirseğiyle Suho’yu dürterek. Suho sadece omuz silkti ama gözlerini kaçırmadı. Sieun ise bakışlarıyla Baku’yu öldürmediği için kendine gurur duyar gibiydi.

 

Gün boyunca göl kenarında epeyce eğlendiler. Juntae ve Gotak suya girmeye çalışırken birbiriyle yarışa girdi, Baku sandal kiralayalım diye direttikten sonra sandalın içinde düşmeyi başardı. Suho, arkadaşlarıyla kahkaha atarken bile gözünün ucuyla hep Sieun’u kontrol etti. Sieun ise sessizdi, ama keyfi yerindeydi—aralarındaki elektriği sadece Suho değil, Gotak bile fark etmişti: “Sieun... senin suratın bu kadar sakinken nasıl flört ediyorsun ya?”

 

Sieun cevap vermedi. Ama Suho’nun o sırada gülümsediğini gören Juntae, “Bu çocuk sessiz flört ediyor. Tehlikeli,” dedi.

 

Sieun sadece suya taş attı.

 

°°°

 

Arkadaş grubunun neşesi, kamp alanında yankılanıyordu. Gotak bir şarkıyı çarpık bir şekilde mırıldanıyor, Baku şişe kapağıyla yere ritim tutuyor, Juntae ise ellerini ısıtmak için ateşe doğru uzatıyordu. Gülüşmeler, ufak laf atmalar arasında, herkes gevşemiş ve yorgunluğun tatlı bir rehavetine kapılmıştı.

 

Ama Sieun’un gözü arada bir Suho’ya kayıyordu. Suho da her fırsatta onun bakışını yakalamaya çalışıyordu. Birbirlerinin farkında oldukları, ama bunu belli etmemek için çabaladıkları o sessiz oyun, ikisinin arasında görünmeyen bir ip gibi geriliyordu.

 

Juntae ellerine bakıp homurdandı. “Biri bana eldiven versin, yoksa parmaklarımı kaybedeceğim.”

 

“Senin eldivenin yok muydu zaten?” dedi Baku alaycı bir gülüşle.

 

“Kaybettim. Çünkü siz beni ateşe odun toplamaya yolladınız,” diye sızlandı Juntae.

 

Gotak hemen fırsat bildi, “Hadi Sieun, Suho, siz gidin odun bakın biraz. Juntae’yi bir daha göndermeyelim, iyice kaybolacak.”

 

Suho, kelimenin tam anlamıyla fırsatı kapmış gibi hemen ayağa kalktı. “Olur. Hadi gel.”

 

Sieun, belli belirsiz bir baş hareketiyle onayladı ama içinde bir yer, bu anı uzun zamandır bekliyormuş gibiydi. İkisi sessizce ayrılırken, arkalarından Gotak’ın sesi geldi: “Çok uzaklaşmayın, kurt murt çıkar!”

 

Suho geriye dönüp el salladı, ama yüzündeki belli belirsiz sırıtış, yalnız kalacakları birkaç dakikanın heyecanını ele veriyordu.

 

Ağaçların arasına girince, bir süre konuşmadılar. Ayak sesleri toprağın üzerinde yankılanıyordu. İkisi de yavaş yürüyordu; odun bulmak o anki amaç değildi aslında. Ellerinin yan yana gelişine ramak kalan o anlar, karanlıkta yankılanan nefesleri… Sessizce birbirlerinin varlığını hissediyorlardı.

 

Bir noktada Suho hafifçe yana kaydı, omzu Sieun’a değecek kadar yaklaştı. Sieun duraksadı ama uzaklaşmadı. Gözlerini karanlıkta seçilebilen gökyüzüne çevirdi.

 

Suho birkaç adım daha attı, sonra aniden durdu. Gecenin serinliği tenlerinde bir iz bırakırken, aralarındaki o görünmez gerilim gittikçe yoğunlaştı. Ay ışığı, ağaçların arasından süzülüp Suho’nun yüzünü kısmen aydınlatıyordu. Gözleri, karanlıkta Sieun’un gözlerini buldu.

 

Bir kelime bile etmeden yavaşça ona döndü. Parmak uçları, önce hafifçe Sieun’un eline dokundu. O kadar hafifti ki, neredeyse bir rüzgar gibi... ama Sieun’un kalbinde dalgalar yarattı. Nefesi hızlandı. Kaçmak istemiyordu artık; tam tersine, o dokunuşun devamını istiyordu.

 

Suho, bir adım daha yaklaştı ve bir an duraksadı, ona izin verir mi diye bakar gibi. Sieun’un bakışı, sessiz ama kesin bir şekilde davetkardı. O an Suho elini Sieun’un yanağına koydu. Parmaklarının sıcaklığı, Sieun’un teninde yayıldı. Ve sonra, aralarındaki tüm o günlerin, haftaların birikmiş arzusu, Suho’nun dudaklarını Sieun’un dudaklarına kapatırken bir anlık sessizliğe dönüştü.

 

Öpüşleri, önce yavaş ve temkinliydi; ama o ilk temasın ardından her şey daha derin, daha açgözlü bir hâl aldı. Suho, Sieun’u gövdesine çekti; Sieun bir an tereddüt etti, sonra ellerini Suho’nun sırtında buldu. Parmakları, Suho’nun ince tişörtünden kaslarını hissediyordu. Suho’nun nefesi, Sieun’un boynuna, çenesine karışıyor, öpücükleri ensesine kadar iniyordu.

 

Aralarındaki sıcaklık, gecenin soğuğunu unutturmuştu. Sanki o an yalnızca onlar vardı, ne kamp alanı, ne odun toplama bahanesi, ne de geri dönmeleri gerektiği gerçeği… Dudakları, tenleri birbirine değdikçe, kelimelere gerek kalmıyordu.

 

Ama bir süre sonra Suho, nefes nefese kalmış bir şekilde başını Sieun’un boynuna yasladı. Gecenin sessizliğinde kalp atışlarını duyabiliyorlardı. Suho, fısıltıya benzer bir nefesle, “Dönmesek olmaz mı…” dedi ama sesi yorgundu, arzuyla doluydu.

 

Sieun gülümsedi, öylece durdu bir an. Sonra, yavaşça geriye çekildi, ama gözleri hâlâ onun gözlerindeydi. “Dönelim,” dedi kısık bir sesle. Suho’nun elini tuttu ve odunlardan birkaçını eğilip topladı.

 

Yavaş yavaş, gecenin o derinliğinden tekrar kampın ışıklarına doğru yürüdüler. Ama her adımlarında, biraz önce paylaştıkları o anın sıcaklığı hâlâ üzerlerindeydi.

 

°°°

 

Gece hava iyice soğuduğu için grup, kamp alanındaki odalara çekilmeye karar verdi. Ahşap, küçük ve sade odalar... İçeride soba yanıyor, odanın tahta duvarları ısınmış gibi kokuyordu.

 

Suho yatağın bir köşesine yerleşti, başını tahta duvara yasladı. Sieun ise ayakkabılarını çıkarıp pencereye yaklaştı, geceye bir kez daha baktı. Sonra dönüp Suho’ya baktı. Göz göze geldiler. Ne konuşmaya ne kelimeye ihtiyaçları vardı artık. Sadece birbirlerinin varlığı yetiyordu.

 

Suho kollarını açtı, davet eder gibi. Sieun bir an durdu, sonra sessizce yanına sokuldu. Sobanın sıcaklığı ve Suho’nun vücudunun sıcaklığı birbirine karıştı. Yatak dar, ama ikisine yetecek kadar büyüktü. Sessizce yan yana uzandılar; geceyi dinleyerek, kalplerinin sesini dinleyerek.

 

Yorgunluk değil, bir dolmuşluk, bir tamamlanmışlık hissi sardı ikisini de. Suho, Sieun’u kolunun içine çekti; başını onun saçlarının arasına yerleştirdi.

 

Sieun gözlerini kapattı, Suho’nun göğsünün yükselip alındığını hissederek nefesini onun ritmine uydurdu.

 

Sessizce, uykuya geçtiler.

 

Ateş sönmüştü, gece ise hâlâ sessizdi.

 

 

Chapter 23: Telefon

Chapter Text

Duvarlara soğuğun kokusu sinmiş, aralık perdeden yeni doğan güneşin ışığı sızıyordu. Odanın içi gecenin ilerleyen saatlerinde iyice soğumuş, duvarla soğuk işlemişti. Suho’nun kolları ve bacakları Sieun’a sarılmıştı.

 

Suho’nun gözleri yavaşça aralandı, kollarında sarılı olan Sieun’un bedeniyle ufakça tebessüm etti. Yavaşça yüzünü onun saçlarına yaklaştırıp derin bir nefes çekti. O kadar huzurluydu ki, hayat dursun istiyordu. Bunca zamandır içinde tuttuğu bu delice duyguları sonunda korkusuzca yaşayabiliyor olmak ona rüya gibi geliyordu.

 

 Uzun zaman önce Sieun’u ilk gördüğü andan beri onun diğer herkesten farklı olduğunu anlamıştı. Suho onu uzaktan bir süre izleyerek yetinmişti. Sieun’un donuk yüzü, her an ağlayacakmış gibi duran gözleri, monoton sesi... Suho onu ilk fark ettiği andan beri onun uğruna  gidiciydi.

 

 Yaşanan her şeyden sonra şu an onunla böyle duruyor olmak mucize gibiydi. Fakat Suho, Sieun’u korumak için aldığı bir kararla istemeden onu büyük, hatta korkunç bir acıyla baş başa bıraktığının farkındaydı. Sieun’nun onun uyanmasını beklerken geçirdi onca zaman, hastane odasının dışında yalnız başına durduğu bütün o günler aklına geldikçe delirecek gibi oluyordu.

 

Uyandığı anda düşündüğü ilk şey Sieun olmuştu. Açıkçası ne kadar süre geçtiğini bilmediği için ilk aklına gelen şey hastaneden koşarak çıkıp Sieun’a gitmekti. Bomseok ve diğerlerinin Suho’yu indirdikten sonra ona zarar vermeye gideceğinden korkmuştu. Ancak kendine geldiği gibi hareket edecek gücü olmadığı fark etti, büyükannesi ise hüngür hüngür yanında ağlıyordu.

 

Bir süre olayın ciddiyetini sindirmeye çalıştıktan sonra toparlanıp hava almaya çıkmak istemişti. Büyükannesi üzerine bir şeyler geçirmek için aranırken Sieun’un hırkasını gördüğünde ağlama krizine girmekten kendi alamamıştı. Sakinleşip bahçeye çıkarıldığında yalnız kalmak istediğini söylemiş ve telefona bakmaya başlamıştı.

 

Binlerce mesaj vardı, hepsi Sieun’dan. Sieun’un günlerini anlattığı, onsuz ne kadar zorlandığı, bir korkak olduğunu düşündüğü, uyuyamadığı, ne zaman uyanacağını merak ettiği ve tekrar kavgaya karıştığı gibi bir sürü mesaj. Suho onları okurken ağlamamak için kendini tuttu. Hepsini bir anda okuması mümkün değildi. Açıkçası bitirmesi aylarını almıştı ama bu durumdan hiç şikayetçi değildi. Sieun’la mesajlar hakkında hiç konuşmadılar, Suho onun konuşmak istemediğini biliyordu.

 

Bir süre geçtikten sonra onu ziyarete gelen eski sınıf arkadaşları yaşananları anlattıklarında hayat bir anlığına  durmuştu. Sieun’nun komaya girdiğini öğrendiğinde herkesi bulmaya gidip hepsini dövdüğünü, hatta okulda olay çıkardığını, camları yumrukladığını, haykırarak ağladığını, okul değiştirmek zorunda kaldığını...

 

Suho o anda anlamıştı ki, Sieun’un olmadığı bir hayat mümkün değildi ve emindi ki Sieun için de aynısı geçerliydi. Sieun’u bu hayatta kimseyi sevmediği kadar çok seviyordu. Bunu düşündükçe panikle birlikte sıcacık bir his kalbini kaplıyordu. Sieun’a aşıktı, fakat henüz bunu onu söyleyecek cesareti yoktu.

 

Sieun hafifçe kımıldadı, Suho’nun kolu daha sıkı sardı onu. Gözlerini açtığında, Suho’nun yüzündeki huzur ve hafif tebessüm gözlerine çarptı. Bir an durdu, o anın sıcaklığını içine çekti. Yavaşça ellerini Suho’nun göğsüne koydu, kalp atışlarını hissetti. Aralarındaki mesafe yok olmuş gibiydi; zaman donmuştu.

 

Suho, Sieun’un dokunuşunu hissedince gözlerini iyice açtı ve hafifçe mırıldandı. Başını hafifçe kaldırıp Sieun’un saçlarına dokundu, parmaklarını nazikçe gezdirdi. “Günaydın,” dedi, sesi hala uykulu ama yumuşaktı.

 

Sieun varla yok arası bir gülümsemeyle karşılık verdi. “Günaydın…”

 

Uzun bir sessizlik içinde, sadece nefes alış verişleri duyuluyordu. Suho yavaşça Sieun’un yanına daha çok yaklaştı, alnını onun alnına dayadı. Tenleri birbirine değiyordu, sıcaklıkları paylaşılıyordu. Sieun elini kaldırıp saçlarına dokundu, yavaşça okşamaya başladı. Suho usulca başını eğip dudaklarını birleştirdi.

 

Sakin ve yavaş bir öpücüktü. Dudakları senkronize bir şekilde hareket edip birbirine karıştı. Suho, Sieun’un alt dudağını emiyor ve hafifçe ısırıyordu. Sieun onun istediğini yapmasına izin verdi.

 

Tam o anda kapı hafifçe tıklatıldı. Baku’nun sesi koridorun içinden geldi: “Hadi Sieun, Suho! Trene yetişmemiz lazım, geç kalıyoruz!”

 

Suho sıkkın bir çekerek dudaklarını ayırdı.Suho, gözlerini kapatmadan önce son bir kez Sieun’a baktı, yüzünde hafif bir gerginlik vardı. Sieun, kalbinde bir yerde o anın kırılganlığını hissediyordu ama dışına yansıtmadı. Giyinmeye başlamaları gerektiğini biliyorlardı; tren saatine az kalmıştı.

 

Sieun, yavaşça yataktan kalktı, odanın soğuk havası tenine dokunduğunda ürperdi. Suho da kalktı, biraz sersemlemiş ama kararlıydı. İkisi sessizce odadan çıktılar, aşağıya doğru yürürken hala o sabahın sessizliği üzerlerinde asılıydı.

 

Koridorda Baku ve Juntae onları bekliyordu. “Ulan, acele edin, treni kaçırırsak bir sonraki gece yarısı!” diye uyardı Baku.

 

“Hazır mısın?” diye sordu Suho, gözleri kararlıydı.

 

Sieun başını salladı. “Evet.”

 

Arkadaşlarıyla beraber tren istasyonuna doğru yürürken, aralarındaki sessizlik dolu doluydu. Ama Sieun, Suho’nun varlığıyla artık hiç yalnız hissetmiyordu.

 

°°°

 

Trenin vagonunda hava biraz gerilmişti. Sieun ve Suho, yorgun ama rahatlamış halde yan yana oturuyorlardı. Bir anda, yanlarından biri yanaştı; sert bir bakışla Sieun’un yanındaki koltuğa göz dikmişti.

 

“Buraya oturacağım,” dedi adam, rahat tavırla. “Sen kalk, bu benim yerim.”

 

Sieun başını yavaşça kaldırdı. Gözleri soğuk ve keskinti, o anın havasını tamamen değiştirdi.

 

“Burası benim yerim. Kaybol,” dedi sakin ama öyle bir tonla ki, adamın yüzü anında değişti.

 

Adam sinirlenip adım atmaya kalktı ama Suho hemen araya girdi, sakin ama sert bir sesle:

 

“Arkadaş, boşuna uğraşma. Sorun çıkarırsan başını belaya sokarsın.”

 

Sieun’un gözlerinde o deli bakışı görmek mümkündü. Suho o bakışı her yerde tanırdı. Sieun’un sinirlenmesine fırsat vermeden olayı yatıştırması gerekiyordu.

 

Tam o esnada yandan Baku ve Gotak geldi. Juntae  oturduğu koltuğa sinmiş, ortamın gerginliğinden sessizleşmişti.

 

Kardeşim, hadi bas git. Yok yere olay çıkmasın, canımız sıkılmasın. Hadi,” dedi Baku, sessi ciddiydi ve şu an gevşekliğe hiç yer yoktu.

 

Sieun hâlâ sert bakışlarını adama dikmişti, vücudundaki gerilim hafif hafif çözülüyordu ama gözlerindeki keskinlik hâlâ oradaydı. Suho bir adım daha öne çıktı, omuzları geniş ve duruşu kararlıydı.

 

“Burası bizim yerimiz,” dedi Suho, sesi düşük ama kesinlikle meydan okuyucuydu.

 

Adam öfkeyle dişlerini sıktı, birkaç saniye sessizce baktı ama sonunda geri çekildi. “Pekala, senin olsun,” dedi sertçe.

 

Adamın arkasından baktıkça, Suho’nun omuzları hafifçe gevşedi. Gözlerini Sieun’a çevirdi, aralarındaki sessiz destek ve güç, ortamın gerilimini yumuşatıyordu.

 

Baku yanlarına yaklaşıp hafifçe omuzlarına vurdu. “Her şey yolunda, kardeşim. Biz buradayız.”

 

Juntae ise hâlâ biraz tedirgindi, ama Baku’nun varlığı onu rahatlatıyordu.

 

Tren hareket etmeye başladığında Sieun, Suho’nun elini avucuna aldı. Parmakları birbirine kenetlenmişti, ama ikisi de kelimelerle değil, sadece dokunuşlarıyla birbirlerine güç veriyorlardı.

 

Göz göze geldiklerinde, Sieun’un içindeki o karışık duygular biraz daha sakinleşti. Suho’nun yanında olmak, artık korkularını biraz olsun uzaklaştırıyordu.

 

Trenin ritmik hareketiyle hafifçe sallanırken, kalplerinin atışları neredeyse uyum içindeydi.

 

Baku, Gotak ve Juntae biraz sohbet etmeye başladı, ama Sieun ve Suho kendi dünyalarında sessizce birbirlerine yaslanmıştı. Arkadaşları onların kenetli ellerine bakışlar atıp kendi aralarında kaş göz yaptılar ama kimse ses çıkarmadı. Yolcuğun sonuna kadar geri kalan vakitleri huzurla geçti.

 

°°°

Gece sessizce son buldu. Herkes kendi evine dağılmış, Sieun ise odasına çekilmişti. Yatakta yalnız başına uzanırken, gözleri kapandı ve rüyalar dünyasına daldı. Rüyasında Suho vardı; tenleri birbirine değiyor, Suho’nun elleri Sieun’un vücudunu keşfediyordu. Gecenin karanlığında hissettikleri sıcaklık ve yakınlık, rüyanın her anını daha da canlı yapıyordu. Suho’nun bakışları, dudaklarının dokunuşları Sieun’u hem sakinleştiriyor hem de içindeki bastırılmış arzuları uyandırıyordu.

 

“Sieun-ah, seni istiyorum bebeğim...” diye kulağına fısıldadı Suho. Sesinde titreyen arzusu duyuluyordu. Elleri Sieun’un bütün vücudunu keşfediyordu. Dudakları ihtiyacı olan her yeri öpüyor, dili en çok istediği yerleri yalıyordu.

 

“İçine girmek istiyorum, Sieun-ah.”

 

Sieun bütün tüylerinin diken diken olduğunu hissetti. Suho’yu istiyordu, hem de çok fazla. Onu istediği gibi becermesine izin vermeye hazırdı.

 

Suho’nun penisi içine doğru kaydı. Hızlı hızlı gelgitler yapıyor, Sieun’u deli edecek kadar sert sikiyordu.

 

Sabah olduğunda, Sieun ter içinde uyanmıştı. Göğsü hızla çarpıyor, kalbi ritmini yeni yeni topluyordu. Yastığa yapışmış saçları dağınıktı. Gözlerini hızlıca ovuşturup rüyasını aklından kovmaya çalıştı ama yüzü kıpkırmızıydı. İçini büyük bir utanma kaplamış, aynı zamanda hafif bir azgınlık hissiyle karışmıştı.

 

“Ne halt yiyorum ben…” diye mırıldandı kendi kendine, utanarak yorganın altına saklanmaya çalıştı. Sertleşmiş penisi ve terden sırılsıklam olmuştu vücudundan utanç duyuyordu.

 

Kalkmakta zorlandı. Kendini toparlayıp kıyafetlerini giyerken, gözleri yere bakıyordu. Okula gitmek için evden çıkması gerektiğini biliyordu ama içinde garip bir karışıklık vardı; Suho’ya dair o rüya, düşündükçe hem canlandırıyor hem de utandırıyordu.

 

°°°

 

Sieun okulun yolunu tutmuştu. İçinde hala o rüyanın etkisi vardı; yüzü kızarmış, kalbi biraz hızlı atıyordu. Sınıfa girerken arkadaşlarının gözleri üzerindeydi ama o neredeyse hiç bakmıyordu. Aklı tamamen Suho’ydaydı.

 

Telefonlar toplanmadan önce mesajlarını kontrol etti. Suho’dan mesaj yoktu. Yüksek ihtimalle hala uyuyordu. Açıkçası onunla konuşabileceğini de sanmıyordu, utancından bayılmak istiyordu.

 

Ders başladığında düşüncelerini toparlamak için elinden geleni yaptı. Ancak hala gözünün önüne rüyadan görüntüler ve daha da kötüsü yaşadıkları anlardan anılar geliyordu. Sieun en sonunda pes etti ve kafasını sıraya koyup uyumayı denedi.

 

°°°

 

Dersin ortalarıydı. Sınıf sessiz, öğretmenin sesi uzaktan gelen bir uğultu gibiydi. Sieun başını sıraya dayamış, göz kapakları ağırlaşmıştı. Kendini koyuvermişti; sabahki utanç dolu uyanıştan sonra zihninde kalan görüntüler şimdi yeniden canlanıyordu. Rüyasında Suho yine oradaydı. Bu kez daha da netti her şey.

 

Suho’nun sıcak nefesi ensesinde geziniyor, dudakları Sieun’un boynunu öpüyordu. Elleri yavaşça Sieun’un gömleğinin altına süzülüyor, tenine dokunuyordu. O dokunuş, hayal olamayacak kadar gerçekçiydi.

 

“Seninim,” diye fısıldadı Suho, sesi yumuşak ama arzulu.

 

Sieun’un kalbi hızlanıyordu, Suho onu yavaşça yatağa bastırıyor, dudaklarını vücudunda gezdiriyordu. Sonra, Suho’nun bedeni onun üzerine geldi, sıcaklığı delirtici bir yakınlıktaydı. Bu sefer yatakta yüz üstü yatmıştı, Suho onu yavaş ama tutkulu bir şekilde sikiyordu. Her içine girip çıkışında Sieun’un kulağına çarpan inlemeleri onu daha da fazla heyecanlandırıyordu.

 

“Suho…” diye kekeledi rüyanın içinde. Ama dudakları gerçekte de kıpırdamıştı.

 

Birden sınıfın uğultusu daha bir netleşti. Göz kapaklarını araladığında alnından aşağı ince terler süzülüyordu. Yüzü yanıyordu adeta. Yanakları ateş gibiydi. Nefesi düzensizdi ve kalbi göğsünden çıkacak gibiydi. Teneffüs olmuştu.

 

Yanında oturan Gotak bir anda ona eğildi. “Lan Sieun, sen iyi misin? Suratın kıpkırmızı olmuş!”

 

Baku da dikkat kesildi, sırıtmaya başladı. “Yemin ediyorum, birini mi düşündün yoksa? O nasıl bir hal oğlum?”

 

Juntae kıkırdayarak ekledi, “Rüyanda prensini mi gördün Sieun, he?”

 

Sieun boğazını temizleyip toparlanmaya çalıştı. “Saçmalamayın. Sadece… sıcaktan.” Diye mırıldandı ama sesinin titremesini engelleyemedi.

 

Baku yanına sokuldu, gözlerini kısıp onu süzdü. “Sıcaktan mı? Ter içinde kalmışsın resmen. Hayırdır? Yoksa gece uykusuz kalıp hayal mi kurdun?”

 

Sınıf hafifçe hareketlenmişti. Ama Gotak, Baku ve Juntae Sieun’un etrafını sarmış, fırsatı kaçırmak istemiyordu.

 

“Bak bak bak, hâlâ utanıyor. Kesin bir şey var!” dedi Baku, dirseğiyle onu dürterek.

 

Gotak kıkırdadı. “Abi, bu yüz ifadesiyle yalan söyleyemezsin. Rüyanda ne gördün? Hadi söyle, bizden sır çıkmaz.”

 

Sieun gözlerini devirdi ama ne desin bilemedi. Kalbindeki hızlı atışlar hâlâ dinmemişti, aklında Suho’nun rüyadaki görüntüsü duruyordu. Dudaklarının sıcaklığını, o ses tonunu unutması imkânsızdı. Sertleşen penisini fark etmemeleri için dua etti.

 

“Hiç bir şey görmedim,” dedi ama sesindeki çekingenlik kendi kendini ele verdi.

 

Baku kahkaha attı. “Tamam, tamam. Söylemesen de olur. Ama Suho vardı biliyoruz, o kesin!”

 

Sieun başını sıraya koydu yine, gözlerini kapattı ama bu sefer uyumak için değil.  “Bırakın peşimi…”

 

Arkadaşları gülüşerek dağıldı ama bakışlarından hâlâ onu rahat bırakmayacakları belliydi. Sieun ise içinden “Suho... deli edeceksin beni…” diye geçirdi, yüzündeki sıcaklık geçmiyordu.

 

°°°

Etütten çıkıp eve vardığında hem fiziksel hem de mental olarak yorulmuş hissediyordu. Ayakkabılarını kapının önünde çıkardı ve yavaş adımlarla odasına geçti. O an, sessizliğin içinde kalbinin hâlâ çarpıyor olduğunu fark etti. Ceketini sandalyeye bıraktı, kendini yatağa bıraktı. Yorgunluğu bütün vücuduna yayılmıştı ama zihni durmuyordu. Suho’nun rüyasındaki sesi, dokunuşları, sıcaklığı hâlâ tenindeymiş gibi hissediliyordu.

 

Telefonunu çıkardı. Suho’dan bir sürü mesaj vardı, hepsi fotoğraftı. Uyandığında yataktan bir selfie, fizik tedaviden gülümserken bir selfie, spor salonunda aynada çekilmiş üstsüz bir fotoğraf, yemek masasında büyük annesiyle bir fotoğraf... En alta ise kısaca: “Eve geçtin mi?”

 

Bir mesaj yazmakla yazmamak arasında tereddüt etti. Parmakları ekranda gezinirken Suho’dan gelen eski mesajlara göz gezdirdi. O sabahki fotoğraflar... Kalbi bir kez daha sıkıştı. Parmak uçları titriyordu. Sonunda derin bir nefes aldı ve yazmaya başladı:

 

“Eve vardım.”

 

Bir saniye geçti, sonra bir saniye daha. Cevap gelmedi hemen. Tam telefonu bırakacaktı ki ekran titredi.

 

Suho: “Yoruldun mu?”

 

Sieun bir an düşündü. Sonra yazdı: “Biraz. Uzun bir gündü.”

 

Suho hemen yazdı: “İyice dinlen, kendini çok yoruyorsun.”

 

Sieun’un yüzü yeniden kızardı. Yanakları yandı. Telefonu bir an elinde tutup gözlerini kapattı. Suho’nun cümleleri her defasında onu hem huzurlu hem de darmadağın ediyordu. Elini alnına koyup derin bir nefes aldı. Yanıt yazmadan bir süre ekrana baktı.

 

Tam o sırada bir bildirim daha geldi.

 

Suho: “Seni görmek istiyorum. Şimdi. Fotoğraf gönder.”

 

Sieun başını yastığa gömdü. Yüreği göğsüne sığmıyordu sanki. Sonra telefonun kamerasını açtı. Saçları dağınıktı, yanakları hâlâ kızarmıştı. Bunu değiştirmedi. Olduğu gibi, yorgun ama samimi bir kare çekti. Yolladı.

 

Beklerken kalbi hızlandı. Suho’dan gelen cevap ekranı aydınlattı:

 

Suho: “Aklımı alıyorsun. Yüzünün her yerini öpmek istiyorum. Çok tatlısın Sieun.”

 

Sieun gözlerini kapattı. O kelimeler bütün vücuduna yayılan bir sıcaklık gibi geldi. Kendini yorgun ama aynı zamanda huzurlu hissetti. Telefonu kenara koydu, battaniyeye sarılıp gözlerini kapattı.

 

Ama uyuyamadı.

 

Aklında hâlâ Suho’nun sesinin yankısı, rüyadaki o delirtici dokunuşlar, trenin içinde el ele tutuşmalarının sıcaklığı ve hepsinden öte o gece yaşanan yakınlaşmaları vardı.

 

Dayanamayıp telefonu tekrar eline aldı, cevap yazması gerektiğini düşünüyordu. Ekranı açtı son kez mesajları tekrar okudu ve eli klavyede gezindi.

 

“Suho-ya sadece konuşmakta iyisin... İyi geceler,” yazdı ve gönderdi. Gönderdikten sonra utanç dalgası vücudunu kapladı. Çünkü tam olarak ne ima ettiğini Suho’nun çok iyi anlayacağını biliyordu. Sieun dilinde bu gerçekten yanında olup vaat ettiği şeyleri yapmasını söylemekle eş değer bir mesajdı.

 

Saniyeler sonra cevap geldi: “Eğer beni kışkırtırsan bundan pişman olursun. İyi geceler bebeğim.”

 

Sieun cevap yazmadı. Kışkırtma mıydı bu? Evet, öyledi. Ama Sieun pişman olacağını düşünmüyordu.

 

Gözlerini kapatıp uyumaya çalıştı. Gecenin sessiz soğukluğu üstüne ağırlık gibi çökmüştü. Dışarıdan gelen araba sesleri ve rüzgarın uğultusu kulaklarında bir cızırtı gibiydi. Sokak lambasının odasına süzülen loş ışığında tavanı izleyip uyumayı bekledi.

 

 

°°°

 

Saat gece ikiyi gösteriyordu. Oda sessizdi; sadece dışarıdan rüzgârın camı titreten hafif sesi duyuluyordu. Sieun yorganın içinde dönüp duruyordu. Göz kapaklarını her kapatmaya çalıştığında Suho’nun o sabahki bakışları, dudaklarının sıcaklığı ve o tren yolculuğundaki sıkıca kenetlenmiş elleri aklına geliyordu. Kalbi hâlâ huzursuz atıyordu; bir türlü uyuyamıyordu.

 

Telefonu başucunda, ekranı karanlıktı. Parmak uçları istemsizce ona doğru uzandı ama kendine engel olmaya çalıştı. “Hayır, yazmayacağım,” diye fısıldadı kendi kendine. Ama aklı hep onda takılı kalıyordu. Yüzü yastığa gömülü, gözleri kapalı halde nefesini düzenlemeye çalışırken aniden telefonun ekranı parladı. Sessizliği delen o tanıdık titreşim sesi kalbini anında hızlandırdı.

 

Ekrana baktı.

 

Suho: “Uyudun mu?”

 

Sieun’un boğazından hafif bir nefes kaçtı. Parmakları ekranın üzerinde gezindi. Gözlerini kapatıp bir an durdu, kalbinin atışlarını bastırmaya çalıştı. Sonra yazdı: “Hayır.”

 

Elindeki telefon titreyerek çalmaya başladı, Suho arıyordu.

 

“Alo?”

 

“Sieun-ah...” dedi Suho, sanki nefes verir gibi fısıltıyla.

 

“Ne oldu?” dedi Sieun, sesindeki heyecanı saklamaya çalışarak. Suho şu an neden onu arıyordu? Sesi neden böyle derinden ve Sieun’u mahveden bir tonda çıkmıştı?

 

“Sesini duymak istedim.”

 

“Duyduysan kapatıyorum, geç oldu,” dedi Sieun, biraz daha onun kalın ve çatallı sesine dayanabileceğini sanmıyordu.

 

“Sieun-ah, neden bu kadar kalpsizsin? Biraz daha sesini duymama izin ver, mmh?” dedi Suho. Sesinin kalın ve nefesli tonu hafif bir yalvarışla boyanmıştı. Sieun’un başı dönüyordu.

 

“Suho... geç oldu, uyumam lazım,” dedi Sieun. Sesi çok kısık çıkmıştı. Direnir gibi değil de, kendisinin de mutlu olmadığı bir şeyi dile getirir gibiydi.

 

“Hadi ama, lütfen,” dedi, nefes nefeseydi. Sieun sesinin neden öyle geldiğini düşünmek istemiyordu. Kafası bütün gün olmaması gereken yerlerdeydi, şimdi Suho’nun sesi ona hiç yardımcı olmuyordu.

 

“Tamam. Sadece beş dakika daha,” diyebildi sadece, sessiz tonu karanlıkta yankılanarak kayboldu.

 

“Sadece beş dakika bana yeter. Sieun-ah bugün neler yaptın?”

 

Suho’nun sesi giderek derinleşiyor muydu yoksa Sieun kafasında mı kurmaya başlamıştı emin değildi. Ama her telefonun öbür ucundan gelen yeni bir ses onun beyniyle oynuyordu. Sieun serin gecede örtünün altında sıcaklamaya başladığını hissetti.

 

“Sadece okula ve etütte gittim, her zamanki gibi,” dedi, sonra hemen devam etti, “Sen?”

 

“Hmm, fizik tedavi, sonra da spor. Sana bütün günümü fotoğraf olarak atıyorum ama bana hiç cevap vermiyorsun, belki de atmamalıyım?” dedi sesinde hafif hınzırlık vardı.

 

“Hayır,” diye bir anda mırıldandı Sieun. Biraz panik olduğu açıktı ama sakin kalmaya çalıştı. “Fotoğraf atabilirsin... yani... benim için sorun yok.”

 

“Sadece sorun yok mu? Açıkçası biraz daha fazlasını amaçlayarak attığımı itiraf edebilirim,” dedi, yine o derinden gelen, Sieun’un ancak sexy olarak tanımlayabileceği sesiyle. Fazlasını da yapıyordu ama Sieun onun gibi bunu itiraf etmeyecekti. Suho’nun üstsüz fotoğraflarına gerektiğinden uzun süre bakıyor, hatta bazen tekken girip bütün fotoğrafları tek tek tekrar tekrar inceliyordu. “Sieun-ah, seni özledim. Yarın işlerin bittikten sonra sana gelebilir miyim?” diye devam etti.

 

“Huh? Tamam. Şimdi kapatıyorum,” dedi, bütün vücuduna kan pompalanıyordu. Karanlığın sarmaladığı bedeni baştan aşağı kırmızı kesmişti.

 

“Sieun-ahhh... kapatmanı istemiyorum... ama eğer şimdi kapatmazsan seni alet edeceğim şeylerden korkuyorum,” dedi, konuşurken yatakta döndüğü Sieun’un kulağına ilişti. Sesi yastığa bastırılmış gibi boğuk çıkmıştı.

 

Sieun’la oyunlar oynuyordu. Ondan ne istediğini çok iyi biliyordu ve Sieun’un bunu dile getiremeyecek kadar çekingen olduğunu da. Sieun’un heyecandan nefesi sıklaşmış, göğsü hızlı hızlı inip kalkıyordu. Bacaklarını istemsiz kendine doğru çekerek gözlerini yumdu.

 

“Suho... Buraya gelemez misin? Şu an.” Sieun bu noktada yalvaracak kıvama gelmişti. Sesi fısıltı gibi çıkmıştı ama aynı zamanda bir yakarıştı.

 

“Agghh Sieun-ahhh...” diye boğukça inledi. Sieun’un kapalı gözlerinin önüne Suho’nun kafasını geriye atarak inlediği sahneler gelmeye başladı. Sieun normal düşmeyi bırakmıştı. Suho’nun inleyen sesiyle beraber bütün şalterler aşağı inmişti.

 

“Yeon Sieun... beni delirtiyorsun,” diye devam etti. Sieun derinden alıp verdiği nefeslerini duyabiliyordu. “Sieun eğer oraya gelirsem... kimse seni elimden alamaz ve yarın okula gidebileceğini de sanmıyorum.”

 

Bu bir tehdit miydi yoksa söz mü, Sieun emin değildi. Ancak her şekilde tam şu an gerçekleşmesini istiyordu. Sabretmekten, sürekli olarak Sabretmekten, sürekli olarak aralarındaki bu şey her neyse onun kızışmasından yorulmuştu. Günlerdir öpüşmek, el ele tutuşmak ve sarılarak uyumak dışında hiçbir şey olmamıştı. Sieun patlamaya hazır bir bomba gibiydi, tek bir dokunuşla çözülecekti.

 

“Sana sadece konuşmakta iyi olduğunu söylemiştim...” Sieun’un hiçbir şey umurunda değildi artık. Tek istediği Suho’nun da kendisi kadar etkilendiğini bilmekti. Tek başına acı çektiğini düşünmek onu küçük düşürücü bir hissin içine atıyordu.

 

Suho samimi bir kahkaha bıraktı, “Konuştuğumda hoşuna gidiyor, biliyorum. Sesimi duyunca titrediğini, nefesinin hızlandığını hayal edebiliyorum, Sieun-ah,” dedi Suho, sesi hem yumuşak hem de o tehlikeli kıvama ulaşmıştı. O ses Sieun’un kulaklarında uğuldayıp kalbine iniyordu.

 

Sieun yorganın içinde daha da kıvrıldı, yanakları neredeyse ateş gibi yanıyordu. Nefesini düzenlemeye çalıştı ama başaramadı. Gözlerini kapadı, Suho’nun her kelimesi beyninde yankılanıyor, vücudunu daha da ısıtıyordu. Parmak uçları titriyordu; elini kalbinin üstüne koydu, sanki böylece çarpıntısını dindirebilecekti.

 

“Suho… lütfen, yeter…” dedi ama sesindeki kırılganlık ve arzu onu ele veriyordu. Suho bunu çok iyi anladı. Telefonun diğer ucundan gelen sessizlik bile bir oyun gibiydi artık; Suho onun sabrını sınamaktan keyif alıyordu.

 

“Gerçekten durmamı istiyor musun?” dedi Suho, sesindeki o kadife ton neredeyse bir fısıltıya dönmüştü. O sorunun içinde hem bir meydan okuma hem de bir şefkat gizliydi. Sieun bir an nefesini tuttu; boğazına düğümlenen kelimeler vardı ama hiçbirini söyleyemedi.

 

Gözleri kapalı, kalbi göğsünü yumrukluyor gibiydi. Suho’nun sesini duymak her seferinde bir huzur gibi başlıyor, sonra onu darmadağın eden bir ateşe dönüyordu.

 

“Ben… bilmiyorum,” diyebildi en sonunda. Sesi, karanlık odanın sessizliğinde kaybolacak kadar kısıktı ama Suho o tınıyı duymuştu.

 

“Biliyorsun,” dedi Suho, yumuşak bir kahkahayla. “Sadece kendine itiraf etmekten korkuyorsun. Konuşmaya devam etmemi istiyor musun Sieun? Bunun nereye gideceğini biliyorsun.”

 

Sieun sadece “Mgh,” gibi bir sesle onu onaylayabildi. Suho’nun şu an devam etmesine her şeyden daha çok ihtiyacı vardı. Suho’nun sesi bir tül gibi sardı Sieun’u. Kapanan göz kapaklarının ardında, her kelimesi bir dokunuş gibi hissettiriyordu. Sessiz kalmaya çalıştı ama göğsünün hızla inip kalkışı onu ele veriyordu. Parmakları yorganın kenarını sımsıkı kavradı, sanki böylece kendini tutabilecekti.

 

Suho devam etti, sesi artık bir fısıltıdan da hafifti: “Sesin bana neler yapıyor bir bilsen... Sieun hele o gözlerin... ağlamanı hiç istemiyorum ama ağlarken o kadar güzel gözüküyorsun ki. Seni zevkten ağlatmak istiyorum. Sieun... şu an yanımda olsan yapacağım şeyleri düşünmeye yetecek kadar kirli değilsin inan.”

 

Sieun’un boğazından neredeyse duyulmayacak bir ses çıktı, bir iç çekiş, bir teslimiyet nefesi. Yanakları yanıyor, bütün vücudu Suho’nun kelimelerine teslim oluyordu.

 

“Suho…” diye fısıldadı, dudakları titreyerek. Ne istediğini bilmiyordu, sadece Suho’yu istiyordu; sesini, varlığını, o uzak ama bir o kadar da yakın sıcaklığını.

 

“Sieun , bana ne istediğini söyle,” dedi Suho, sesi artık neredeyse bir nefes gibi yumuşaktı; ama o nefesin içinde sabır sınırlarını zorlayan bir arzu saklıydı.

 

Sieun’un dudakları aralandı ama kelimeler boğazına düğümlendi. O an sesini çıkarırsa her şeyi itiraf edecek, kendini ona tamamen teslim edecekti ve bu düşünce hem korkutucu hem de baştan çıkarıcıydı. Nefesi kesik kesikti, kalbi göğsünde bir çekiç gibi atıyordu.

 

“Ben… Suho…” diye fısıldadı, titreyen sesiyle. Gözlerini kapatıp yorganın içinde daha da kıvrıldı, Suho’nun hayalini sanki yanında hissedebilecek kadar canlıydı. “Yanımda olmanı istiyorum,” dedi sonunda, sesinde bir yakarış vardı, bir teslimiyet.

 

Suho’nun nefesi telefonun öbür ucundan bile ona ulaşıyor gibiydi. “Ah… Sieun-ah... daha fazlasını istediğini biliyorum. Hadi bebeğim, söyle,” dedi, sesi hem şefkat dolu hem de o tehlikeli sıcaklıkta.

 

Sieun’un gözlerinden yaşlar süzülmeye başlamıştı; bir türlü dindiremediği o arzu, o özlem ve aynı zamanda kendine duyduğu öfke... neden bu kadar zayıf hissediyordu? Ama o ses, o cümleler... her şeyi unutturuyordu.

 

Telefonu daha sıkı tuttu. “Beni... mmghh... Suho-ya...” derin bir nefes aldı, “sikmeni istiyorum...” sesi o kadar kısıktı ki Suho’nun duyduğundan bile emin değildi ama Suho duymuştu, hem de çok net.

 

“Hass..siktir Sieun-ah... seni öyle bir sikeceğim ki günlerce hissedeceksin. Bebeğim... o kadar sertim ki şu an... çoktan seni sikmeye hazırım... Aggghh,” Suho’nun sesi delirmiş bir adam gibi geliyordu. Telefonun öteki tarafında aklını kaçırdığı kesindi. Kumaş hışırtıları kulağına ilişki, daha sonra ıslak bir ses Sieun’un kulaklarını doldurdu.

 

“Sieun, bebeğim... kendini tutma. Benim ellerimi hayal et ve kendini rahatlat,” diye fısıldadı sıcak sesi kulağına. Sieun sanki onun iznini bekliyormuş da o yüzden duruyormuş gibi anında elini pijamasından içeri sokup sertliğini kavradı.

 

“İyi hissediyor musun bebeğim? Mmh? Eminim çoktan ıpıslak olmuşsundur. Sieun deliğin de ıslak mı?”  Suho’nun sesi, karanlığın içinde yankılanan bir sıcaklık gibiydi. O kalın, biraz çatallı tını kulaktan kalbe doğru inerken içten içe bir titreme bırakıyordu. Her kelimesi sanki doğrudan derine işliyordu; ne çok yüksek, ne çok alçaktı ama tam sınırda, insanın içinde bir yangın başlatacak kadar tehlikeli bir frekansta titreşiyordu. O sesi duymak, sanki tenine uzaktan bir dokunuş hissetmek gibiydi; kelimelerinin her biri bir parmak ucu sıcaklığı gibi sürünüyordu zihinde.

 

“Suho... evet... lütfen, neden burada değilsin?” Sieun’un eli yavaş ama tutkulu bir şekilde penisini çekmeye başladı.

 

“Bir gün daha bekle, bir kaç saat içerisinde orada olacağım. Seni o yatağa dayayıp, küçük vücudunu altıma alıp sertçe becereceğim. Eminim deliğin sıcak ve dardır... içine girmeyi çok istiyorum, kendinden geçene kadar seni sikmeyi çok istiyorum,” konuşurken nefesinin o boğukluğa karışan tınısı, kelimeleri baştan çıkarıcı bir fısıltıya dönüştürüyordu. Gecenin sessizliğinde telefondan gelen o derin ton, odanın soğuk havasını kesip içini ısıtan bir dokunuş gibi hissediliyordu.

 

“Aagghh, dayanamıyorum... Suho...” Sieun gerçekten aklını kaçıracak gibi hissediyordu, bu kadar fiziksel gerginlik vücuduna çok fazla hissettiriyordu. “Boşalıcam...”

 

“İşte böyle bebeğim devam et. Çok yakınım, sen de öylesin biliyorum. Sieun ıslak dudaklarını penisimde istiyorum... s...iktir... mmggh,” iniltileri kelimenin sonunda uzayan nefesle birleşip insanın sabrını sınayan bir sabırsızlığa dönüşüyordu. Sesi, sadece işitilen bir şey değil, bedende yayılan bir titreşim gibiydi.

 

“Mmghhh... lütfen,”

 

“Hoşuna giderdi değil mi? Beni ağzının içine alıp emmek ve boşalana kadar işkence etmek... Ağzına boşaldıktan sonra sertçe deliğini sikip içine boşalmak istiyorum Sieun... tamamen benimle kaplanana kadar her yerine boşalmak istiyorum...” Her cümle, karanlık bir odanın içini dolduran sıcak bir buhar gibi ağırlaşıyor, kulaklarının derinliklerinde değil, bacaklarının arasına yayılan bir ateşe dönüşüyordu.

 

Konuşurken tonlamasında saklı arzu, duyulduğu anda içgüdüsel bir cevap yaratıyordu; kasların istemsizce kasılıyor, nefesin hızlanıyor, boğazın kuruyordu. O ses, yalnızca kelimeler değil, bir davet gibiydi—yumuşak ama tehditkar bir şekilde, sınırlarının çözülmesini isteyen bir çağrı.

 

“Suho-yaahh... aagggh... mmgghh... sana ihtiyacım var... lütfen.”

 

“Buradayım bebeğim, sesimi dinle. Beni öyle baştan çıkarıyorsun ki, sadece inlemelerin beni çıldırttı. Seni çok fena sikeceğim... yarın gelip seni ağlayana kadar becereceğim Sieun... siktir... deliğinin içine girdiğim o anı düşündükçe kafayı yiyorumm. Aaaggghh...” Dudaklarının kıyısından çıkan o sıcaklık, bir nefes boyu uzakta bile olsa, hayali bir temas gibi kalçanda, boynunda, kalbinin altında hissediliyordu. Suho’nun sesi, yalnızca dinlenecek bir şey değildi; sabrını test eden, zihnini bulanıklaştıran, kontrolü elinden almak isteyen bir silah gibiydi. Kelimeleri arzu yüklü bir tül gibi vücuduna dolanıyor, seni bir sözcüğüyle çözmeye hazır bekliyordu.

 

Sieun daha fazla dayanamadı. Sarsılarak, ağlayarak ve inleyerek boşalmaya başladı. Bütün duyuları karıncalanmış, sinir uçları alev almıştı. Penisinin ucundan akan menisini avcunda toplayarak ıslaklıkla beraber biraz daha çekti, ta ki acıyla karışık bir zevk hissetmeye başlayana kadar. Sızlanarak elini durdurdu.

 

Telefonun diğer ucunda Suho’dan inlemeye benzer bir ses gelmişti. Sieun’nun boşalırken çıkardığı inleme ve ağlamaya benzer sesler onu sona taşımıştı.

 

Telefonun ucundaki sessizlik, bir süre ikisinin de nefes seslerinden ibaretti. Sieun’un göğsü hızla inip kalkıyor, avucunda sımsıkı tuttuğu telefon artık elinde eriyip gidecekmiş gibi sıcaklaşıyordu. Boğazı kurumuştu; dudaklarını aralayıp bir şey söylemek istedi ama kelimeler, o az önce duyduğu boğuk iniltiler ve fısıltılar arasında yitip gitti. Suho’dan gelen yavaş, derin nefesler hâlâ kulaklarında uğuluyordu.

 

Suho konuştu ilk: sesi hâlâ o baş döndürücü yumuşaklıkta, ama artık bir yorgunluk ve rahatlama da taşıyordu. “Sieun-ah… seni mahvediyorum, değil mi?” dedi, sesi hafif bir tebessümle karışıktı; içinde hem pişmanlık hem sevgi hem de o anın yakıcılığı vardı.

 

Sieun gözlerini kapadı, yorgun ama huzurlu bir iç çekiş bıraktı. “Evet…” dedi. Sesi çatallaşmıştı, gecenin ağırlığı ve hissettiklerinin sıcaklığı sesine sinmişti.

 

Telefonun diğer ucunda Suho bir an durdu, derin bir nefes aldı, o nefes bile Sieun’un kalbinde yankılandı. “Şimdi kapatayım mı? Artık uyuman lazım…” dedi ama sesinde hâlâ ayrılmak istemeyen o sıcaklık vardı.

 

Sieun gözlerini loş odasında tavana dikti, sanki o sesi biraz daha yanına alabilirse uyuyabilecekti. Ama aynı zamanda bu ateşli gecenin artık sakinleşmesi gerektiğini biliyordu. “Yarın… yarın görüşürüz?”

 

Suho, “Tabii ki. İyi geceler, bebeğim…” dedi fısıltıyla; sesinin yumuşak titreşimi son bir kez kulaklarına dokundu.

 

Bir an daha sessiz kaldılar, sanki biri önce kapatmaya cesaret edemiyordu. Sonra tıklayan kapanma sesi geldi. O an odanın sessizliği daha da derinleşti. Sieun, telefonunu yavaşça yanına bıraktı; kalbi hâlâ hızlı atıyordu ama artık yüzünde huzurlu, mahcup bir ifade vardı. Çekmecesinden aldığı ıslak mendil ile kendini temizledi. Battaniyeye sarılıp gözlerini kapattı, Suho’nun sesinin hayalini de yanına alarak uykuya dalmayı bekledi.

 

 

Chapter 24: Film

Chapter Text

Sabah güneşinin solgun ışığı odanın içine süzülürken, Sieun gözlerini araladı. Geceden kalma bir ağırlık vardı üzerinde; Suho’nun sesinin yankısı, o kelimeler, o nefesler hâlâ kulaklarında çınlıyordu. Elini kalbine götürdü, hâlâ hızlı atıyordu. Saçları yastığa yapışmıştı, yüzü sıcak, yanakları kıpkırmızıydı.

 

“Kendine gel artık…” diye mırıldandı, aynanın karşısında kendi utangaç haline kızarak.

 

Kıyafetlerini giyerken eli titriyordu. Çantasını sırtına takıp dışarı çıktı. Yolda her adımı biraz daha heyecanını artırıyor gibiydi. Bugün göreceğim onu... ama ya yüzüne bakamazsam? Ya saçma bir şey söylersem? Ya o sesini duyunca yine mahvolursam?

 

°°°

 

Okul kapısından içeri adımını attığında başı öne eğikti. İçindeki fırtına öylesine büyüktü ki bunu kimse görmesin istiyordu. Teneffüslerde, ders aralarında, göz ucuyla sürekli kapıya baktı. Sanki Suho aniden çıkıp gelecekmiş gibi... ama hiçbir şey olmadı.

 

Zaman geçmek bilmiyordu. Kalemi elinde döndürüp durdu, tahtadaki yazıları göremiyor, öğretmenin sesi boğuk bir uğultuya dönüşüyordu. İçinden geçenleri arkadaşlarına belli etmemeye çalıştı ama kalbinin ritmi bir türlü düzene girmedi.

 

Telefonlar toplanmadan önce son kez ekranına baktı. Bildirim yoktu. Suho’dan tek bir mesaj bile gelmemişti. İçinde ince bir sızı hissetti ama hemen susturdu o duyguyu. “Belki yoğundur… belki uyuyakalmıştır… boşuna büyütüyorsun Sieun.”

 

Sonunda zil çaldı. Bahçede Baku, Juntae ve Gotak’la buluştu. Onlar kahkahalar atıyor, bir şeylerden bahsediyor ama Sieun’un aklı tamamen başka bir yerdeydi. Bahçenin kapısına doğru yürürlerken yüzü biraz düşüktü, gözleri yere bakıyordu.

 

Ve tam o anda... kapının orada biri belirdi. Güneşin ışığında saçları hafifçe parlıyordu. Omzunda her zamanki kırmızı ceketi, rahat bir duruşla onları izliyordu. Suho’ydu bu. Gülümsemesi sıcaktı, ama gözlerinde o tanıdık, sadece Sieun’a ait bir bakış vardı. Sanki “Buradayım. Sadece senin için,” diyordu.

 

Sieun’un kalbi bir an yerinden fırlayacak gibi oldu. Nefesi kesildi. Adımlarını yavaşlattı ama yüzünü çevirmemeye çalıştı. Utancı, heyecanı ve o bir anlık rahatlama birbirine karıştı.

 

Baku koluna hafifçe vurdu. “Ooo, prensin seni almaya gelmiş,” diye sırıtınca, Sieun’un yanakları bir kez daha ateş gibi yandı.

 

Suho ise olduğu yerden bir adım attı, doğrudan Sieun’a baktı.

 

Suho, ağır ama kararlı adımlarla yanlarına yaklaştı. Gözleri doğrudan Sieun’a kilitlenmişti. O bakışta hem gün boyu içinde biriktirdiği özlem hem de sabırsız bir arzu vardı. Dudaklarının kenarında küçük bir gülümseme vardı ama gözleri çok daha fazlasını anlatıyordu.

 

Sieun başını kaldırmaya cesaret edemedi. Yine de o bakışı hissediyordu; iliklerine kadar hissediyordu. Kalbi kulaklarında uğulduyor, elleri çantasının askısına sıkıca tutunmuştu.

 

“Ne yapıyorsunuz?” dedi Suho, ses tonu her zamanki yumuşaklığına rağmen biraz boğuktu. Sanki içindeki sabırsızlık sesine sızıyordu.

 

Baku hemen atladı, keyfi yerindeydi. “Film planımız vardı ya, ona gidiyoruz. Siz de geliyorsunuz, itiraz yok!”

 

Suho’nun kaşları belli belirsiz çatıldı. Film mi? Şimdi mi? Şu an Sieun’la baş başa kalmam lazımken? Ama bunu söyleyemezdi, arkadaşlarının ortasında kendini ele veremezdi. Yine de gözleri bir kez daha Sieun’a kaydı. Sieun’un yanakları hâlâ pembeydi, utangaçlığı her halinden belli oluyordu.

 

“Bilmiyorum, yorgunum aslında,” dedi Suho, sesinde biraz naz, biraz umut. Belki reddederler, belki bırakırlar biz gidelim…

 

Ama Gotak gülerek koluna girdi. “Hadi be Suho, azıcık kafa dağıtalım. Sen olmazsan eksik olur.”

 

Juntae hevesle ekledi: “Söz veriyorum film bitince dağılacağız, sonra ne yaparsan yaparsın.”

 

Suho’nun sabrı tükenmek üzereydi. Ne yaparsan yaparsın mı? Şimdi değil! Şu an değil! Onu istiyorum, sadece onu! Yüzüne bir tebessüm yerleştirdi ama gözleri neredeyse yardım ister gibiydi; Sieun’a bakıyor, adeta telepatik bir çağrı yapıyordu. Hadi, bir şey de. Beni kurtar buradan.

 

Ama Sieun sadece yere bakıyor, parmaklarını sıkıyordu. O kadar heyecanlıydı ki sesi çıkmıyordu. Suho o an çıldıracak gibi oldu. İçindeki gerilim, gün boyu biriken özlem ve şimdi ellerinin arasından kayıp giden o fırsat...

 

Derin bir nefes aldı, sesi sakin ama içinde patlamaya hazır bir volkan vardı: “Tamam… film olsun. Ama geç kalmayalım,” dedi. Dayanamazsam seni alıp kaçacağım Sieun-ah, ne olursa olsun.

 

Baku ve diğerleri sevinçle önden yürümeye başlarken, Suho arkalarda kaldı. Yanında yürüyen Sieun’a eğildi, sesi yalnız ona yetecek kadar alçaldı:

 

“Sen beni gerçekten delirteceksin…”

 

Sieun’un kalbi o cümleyle bir kez daha hızlandı. Ama başını kaldırıp bakamadı, sadece utangaç bir şekilde belli belirsiz gülümsedi.

 

Suho ise o gülümsemeyi görür görmez sabrının son tellerinin de titrediğini hissetti. “Film mi? Allah kahretsin şu filmi…” diye içinden geçirirken, derin bir nefes alıp kendini dizginlemeye çalıştı.

 

°°°

 

Kalabalık bir sinema salonunun önünde bilet sırası beklerken Suho, elindeki telefon ekranında oturma planına göz gezdirdi. Sinsice planını yaptı: Baku, Gotak ve Juntae’yı ön sıraya yerleştirip, kendisiyle Sieun’u hemen arkalarındaki iki koltuğa alacaktı. Böylece ne Baku’nun lafları, ne Gotak’ın dirsekleri, ne de Juntae’nin gülüşleri aralarına girecekti. O gece artık bir şekilde Sieun’a yakın olmalıydı.

 

Biletleri aldı ve diğerlerine uzatırken dudak kenarındaki o belli belirsiz zafer gülümsemesi gözlerinden kaçmadı.

 

“Bakın, siz öne düşüyorsunuz,” dedi Suho, gayet rahat bir ses tonuyla. “Ben ve Sieun arkada kalıyoruz. Arkanızdan koltuklara göz kulak oluruz.”

 

Baku biletine baktı, sonra sinsi bir sırıtışla Suho’ya döndü. “Hadi lan, koltuk göz kulak etmek mi? Senin aklında başka işler var.”

 

Gotak kahkahayı patlattı. “Hahaha Suho! Bildiğin plan kurmuşsun oğlum, bravo!”

 

Juntae gülerek ekledi: “Oğlum, bari yanyana değil çapraz falan oturtaydın, ayıp olmasın!”

 

Suho omuz silkti, yüzünde umursamaz bir ifade takınarak: “Saçmalamayın. Yerler denk geldi, ne yapayım?”

 

Ama gözleri bir anlığına Sieun’a kaydı. Sieun utancından başını önüne eğmişti; kulakları ve yanakları kıpkırmızıydı. Kalbi yerinden fırlayacak gibiydi. Bunu bilerek mi yaptı? Kesin yaptı… Ne diyeceğim ben şimdi? Yan yana oturacağız… Karar verdin mi Sieun, rezil olacaksın işte.

 

Baku hâlâ gülüyordu ama Suho çoktan yürümeye başlamıştı, arkadaşlarının laflarını umursamadan. İçinde o kadar büyük bir gerilim vardı ki; tek derdi, salona girip karanlıkta Sieun’un yanına oturmak ve artık o özlemi biraz olsun dindirmekti.

 

“Yürüyün hadi. Geç kalacağız,” dedi Suho, sesi hafif sabırsız ama hala sükûnetini korumaya çalışıyordu. Hadi bitirin şu gülmeyi artık, sizinle uğraşamam. Şimdi değil.

 

Salona girdiler. Işıklar kısılırken Suho ve Sieun arka sıradaki koltuklarına oturdular. Suho’nun gözleri yanındaki o utangaç ama her hareketiyle onu delirten Sieun’u izliyordu.

 

°°°

 

Film başlamıştı ama Suho’nun aklı perdede değil, yanındaki Sieun’un varlığındaydı. Ortamı karanlık basmış, yalnızca ekrandan yansıyan ışıklarla yüz hatları belli belirsiz görünüyordu. Suho’nun kalbi deli gibi atıyordu; artık sabretmeyecekti.

 

Yavaşça, tereddütsüz ama nazik bir kararlılıkla elini Sieun’un elinin üzerine koydu. Sıcaklığı Sieun’un eline yayıldı, parmaklarını aralayıp onun parmaklarına doladı. Sieun’un nefesi anında değişti, başını hafifçe çevirdi, gözleri kocaman açılmış, kalbi yerinden fırlayacak gibiydi. Donmuş kalmıştı.

 

Suho bunu hissetti. Gözlerini perdeden ayırmadan, yüzünde hafif bir gülümsemeyle eğildi; Sieun’un kulak hizasına geldi. Nefesi o kadar yakındı ki, Sieun’un tüyleri diken diken oldu.

 

Suho’nun sesi kısık, yumuşak ama baştan çıkarıcıydı: “Kimse bizi göremez... Arkamızda kimse yok... ve burası karanlık.”

 

Sieun, gözlerini kırpıp önüne bakmaya çalıştı, ama kalbi artık sinema salonundaki o hoparlörlerden gelen seslerden bile hızlı atıyordu. Ellerinin titrediğini hissediyordu; Suho’nun parmakları ise onu sıkıca sarmıştı, bir an bile boşluk bırakmıyordu.

 

Suho başını biraz daha yaklaştırdı, neredeyse kulağına değiyordu. O sesi artık fısıltıya dönmüştü, ama o fısıltı Sieun’un tüm bedeninde yankılandı: “Hiç sinemada öpüştün mü?”

 

Sieun’un nefesi kesilmişti. Yutkundu ama boğazı kurumuştu. Gözlerini kapatıp o anın içinde kaybolmamak için kendini zor tutuyordu. Sanki etraftaki herkes silinmiş, salonda bir tek onlar kalmıştı.

 

Sieun’un kalbi kulaklarında yankılanıyor gibiydi. Suho’nun fısıltısı, nefesinin sıcaklığı, elinin avucuna bıraktığı güven ama aynı zamanda deli eden o gerginlik... Tüm bunlar Sieun’un zihninde yankılanıyordu. Gözlerini önünden kaçırdı, başını yavaşça Suho’ya çevirdi. İkisi de birbirini görebilecek kadar yakın, ama kimsenin onları fark edemeyeceği kadar karanlık bir boşlukta nefes nefese kalmıştı.

 

Göz göze geldiler. Ekrandan yansıyan soluk ışık, Suho’nun gözlerinin parıltısını belli belirsiz ortaya çıkarıyordu. O bakışlarda hem arzu hem şefkat hem de sabır sınırlarını zorlayan bir istek vardı. Sieun’un içi titredi. Kaçmayı aklının ucundan bile geçirmedi, aksine ilk defa bu kadar hazır hissediyordu.

 

Suho bir an tereddüt etmedi. Başını çok yavaş eğerek ona doğru yaklaştı. Her santim, Sieun’un nefesini daha da kesiyor, boğazında bir düğüm gibi sıkışıyordu. Kalbinin atışı öyle hızlıydı ki, Suho’nun onu duymasından korktu.

 

Sonunda dudakları dudaklarına değdi. Önce usulca, bir dokunuş kadar hafif… Sanki Suho, Sieun’a zaman tanıyordu, geri çekilmek isterse fırsat bırakıyordu. Ama Sieun’un gözleri kapandı, başını bir parça daha yaklaştırarak o dokunuşu kabul etti. O an dünyaları sessizliğe gömüldü.

 

Suho, Sieun’un bu sessiz kabullenişiyle öpücüğünü derinleştirdi. Dudakları yavaşça hareket etti; ne açgözlüydü ne aceleci, sadece Sieun’un titreyen nefesine, başının yavaşça ona doğru eğilişine uyum sağlıyordu. Sieun’un vücudu istemsizce Suho’ya biraz daha yaklaşmıştı; aralarındaki kolçak artık bir engel değildi, parmakları hala kenetliydi, ama şimdi o parmakların arasında geçen elektrik dalgası tüm vücutlarını sarmıştı.

 

Sieun’un aklında tek bir şey vardı: Suho’nun sıcaklığı. Dudaklarının yumuşak baskısı, nefesinin ılık esintisi… Zihnindeki tüm sesler sustu. Film, salon, arkadaşları... Hepsi bulanık bir arka plan gibi silinmişti. Sadece Suho’nun varlığı vardı ve o varlığın kalbinde yarattığı baş döndürücü his.

 

Suho, başını hafifçe yana kaydırdı, öpücüğün açısını değiştirerek biraz daha derinleşti. O an Sieun’un içindeki tüm gerilim bir sıcaklık dalgası gibi çözülmeye başladı. Dudakları Suho’nun hareketine karşılık verirken, elleri daha sıkı sarıldı, sanki kaybolmaktan korkarcasına. Kalbi artık bir kalp değil, avucunda çarpan bir sır gibi gizliydi.

 

Sinemanın o loş karanlığında, nefesleri birbirine karışırken ikisi de sessizce titriyor, bir öpücüğün onları bu kadar yakıp kavurabileceğine şaşırıyorlardı.

 

Suho’nun dudakları Sieun’unkilere değdikçe, ikisinin de nefesi ısındı. Artık öyle usul usul değil; Suho öpücüğü yavaşça ama kararlı bir şekilde derinleştirmeye başlamıştı. Dudakları Sieun’un dudaklarına sıkıca kapandı; yumuşak bir açılışla, aralarındaki sınırı eritiyordu. Sieun’un kalbi delice atıyor, öyle bir heyecan dalgası hissediyordu ki, neredeyse tüm vücudu o ritme teslim olmuştu.

 

Suho’nun başı biraz daha eğildi, açısını değiştirip öpücüğe bir davet kattı. Dili, Sieun’un dudaklarının arasını hafifçe yokladı; Sieun irkildi bir an ama kaçmadı. Tam tersine, nefesini tutarak o sıcaklığı içine kabul etti. Dudaklarının arasından bir titreme geçti; Suho’nun dili, Sieun’un diline nazikçe dokundu, önce keşfeder gibi, sonra utangaçlığı bırakıp yavaşça dans ettirir gibi.

 

Sieun’un başı döndü. Karanlığın, salonun sessizliğinin ve aralarındaki gizliliğin verdiği cesaretle kendini tamamen o anın içine bıraktı. Suho’nun dilinin kendi diline dolanışı, o yumuşak ama bir o kadar da tutkulu hareketler... Tüm sinir uçlarına kadar yayılan bir sıcaklıktı bu. Ellerinin titrediğini hissetti, Suho’nun eline daha sıkı sarıldı, başını istemsizce ona daha çok yaklaştırdı.

 

Suho, Sieun’un karşılık verdiğini hissedince öpücüğü daha derin, daha iddialı hale getirdi. Dili Sieun’un diline dolanıyor, nefeslerini iç içe geçiriyordu. Dudaklarının arası ıslandı, öyle yakınlardı ki artık hangi nefes kime aitti ayırt edemez hale gelmişlerdi. Suho’nun nefesi kesik kesikti; öpücüğün arasında burnundan alıp verdiği sıcak hava, Sieun’un yanağına çarpıyordu. Sieun’un yüzü ateş gibiydi; kalbi göğsüne sığmıyor, karnında derin bir boşluk hissi yaratıyordu. Bu yakınlık, bu tat… her şeyi unutturuyordu.

 

Öpüşmenin şehveti, salonun karanlığında, sessiz bir yangın gibi aralarında büyüyordu. Suho bir an dudaklarını hafifçe ayırdı, ama bu sadece nefes almak içindi; hemen yeniden kapanıp Sieun’u tekrar içine çekti. Dilinin ucu, Sieun’un dilini bir kez daha yakaladı, bu kez biraz daha cesur, biraz daha aç bir şekilde. Sieun’un omuzları hafifçe titredi; içinden bir ürperti geçti ama o ürperti korkudan değil, tamamen arzuladığı o yakınlığın etkisindendi.

 

Zaman durmuş gibiydi. Arkalarında kimse yoktu, salonun karanlığı bir sır gibi onları saklıyordu. Sadece nefeslerinin sıcaklığı, kalplerinin deli gibi atışı ve bir öpücüğün yarattığı o tarifsiz bağ vardı. Suho’nun eli Sieun’un parmaklarını okşarken, öpüşmenin her anı ikisini de daha fazla sarhoş ediyordu.

 

Suho, öpüşmenin arasında dudaklarını biraz araladı; alnını Sieun’un alnına yasladı, ikisinin de sıcak nefesleri birbirine karıştı. Gecenin ve sinema salonunun karanlığı aralarındaki gerilimi daha da artırıyordu. Göz göze geldiklerinde Suho’nun bakışları karanlıkta bile parlıyor gibiydi; o bakışta hem şehvet hem de oyunbaz bir ateş vardı.

 

Suho, kısık ve kadife gibi bir sesle, Sieun’un dudaklarına çok yakın fısıldadı: “Dudaklarının tadı... gözlerin... Seni burada, şimdi, elimde titretmek istiyorum.”

 

Sieun’un gözleri bir an büyüdü; kalbi göğsüne sığmıyor, boğazı kurumuştu. Ama kaçmadı. Gözlerini kaçırmaya çalıştı ama Suho’nun yüzü öyle yakındı ki buna imkan kalmadı. Hafif titreyen bir sesle, nefesinin arasından: “S-sessiz ol... delirdin mi? Biri duyar...” diyebildi ama sesi, aslında o anın büyüsünden kopmak istemeyen bir teslimiyetle doluydu.

 

Suho, başını eğip yeniden dudaklarının kenarına bir öpücük kondurdu, sonra yanağına ve çenesine doğru indi. “Senin o küçük seslerini duymalarını istemem zaten. Onlar sadece bana ait. Eve geçince yeterince ağlatacağım zaten...” diye fısıldadı, sesi öyle derinden ve arzu doluydu ki Sieun’un vücudu istemsizce ürperdi.

 

Sieun’un eli refleksle Suho’nun kolunu yakaladı, sıkıca. Yüzü yanıyor, kulaklarına kadar kızarmıştı ama Suho’nun nefesini ensesinde hissettikçe, içindeki direnç eriyordu. Zor duyulan ama samimi bir fısıltıyla: “Sen... çok pislik bir adamsın...” dedi ama sesinde bir öfke yoktu; aksine utancının arkasına gizlemeye çalıştığı bir istek vardı.

 

Suho hafifçe güldü, dudakları şimdi Sieun’un boynuna yakındı. “Pislik olduğumu biliyorsun, ama sen de bunu seviyorsun, değil mi? Hoşuna gidiyor Sieun-ah. Şu anda bana nasıl tutunduğuna bak...”

 

Sieun’un kalbi hızlandı, nefesi düzensizleşti. Ellerinin istemsizce Suho’yu bırakmadığını fark edip kendi kendine kızdı ama onu itemedi de. Yutkundu ve titreyerek: “Kapa çeneni... öp beni...” diyebildi, gözlerini kapatıp o anın içinde kaybolmak istercesine.

 

Suho bunu duyunca bir kahkaha gizledi, sonra hiç vakit kaybetmeden dudaklarını yeniden Sieun’un dudaklarına kapadı; bu kez daha aç, daha derin, daha iddialı. Dili hemen buldu Sieun’un dilini; bu öpücüğün tadında artık tamamen birbirlerine bırakılmış bir istek vardı.

 

Parmakları sıkıca kenetlenmiş, kalplerinin ritmi neredeyse aynı atıyordu. Sieun’un içinde, hem utanç hem arzu birbirine karışmıştı. Ama artık bir şey biliyordu: Suho’nun yanında, o karanlıkta, o öpücükte... her şeyi unutabiliyordu.

 

°°°

 

Salon karanlığında öpüşmeye devam ettiler; ilk başta temkinli olan o dokunuşlar artık açgözlü bir hâle gelmişti. Suho’nun elleri Sieun’un yanağından başlayıp boynuna, oradan da beline kaydı. Parmakları, Sieun’un ince gömleğinin üzerinden belinin kıvrımını hissediyor, sıcaklığını içine çekiyordu. Sieun’un bir eliyse Suho’nun koluna sıkıca tutunmuş, öteki eli tereddütle ama artık sabredemeyen bir istekle Suho’nun omzundan göğsüne doğru ilerliyordu.

 

Dudakları durmaksızın birbirine karışıyor, Suho arada bir nefes almak için hafifçe geri çekildiğinde bile hemen tekrar ona kapanıyordu. Öpüşmeleri gittikçe derinleşti; Suho’nun dili Sieun’un diline her dokunduğunda, Sieun’un kalbi daha da hızlanıyordu. Artık neredeyse filmi unuttular; o karanlık, o sıcak, o yakınlık ikisini de sarhoş etmişti.

 

Suho’nun eli yavaşça Sieun’un belinden kalçasına indi, parmak uçlarıyla belli belirsiz sıkıyor, Sieun’un vücudunu titretmeyi başarıyordu. Sieun’un yüzü ateş gibiydi; ama elleri Suho’nun gömleğinin kumaşını sıkarken istemsizce aşağı, Suho’nun karnına doğru kaydı. O temasla Suho derin bir nefes aldı, başını biraz yana yatırıp boynundan Sieun’un boynuna minik öpücükler kondurdu.

 

Filmin sahneleri artık sadece arka planda bir uğultu gibiydi. Karanlık, salonun içinde onları sanki görünmez bir odadaymış gibi izole ediyordu. Suho’nun nefesi, fısıltıları, ellerinin sıcaklığı… Sieun’un içi yanıyordu, vücudu hiç bilmediği bir arzuyla titriyordu.

 

Bir noktada Suho, kulağına eğilip boğuk bir sesle fısıldadı: “Bütün film boyunca sana dokunmak, seni böyle öpmek... aklımı kaçıracağım…”

 

Sieun, nefesi kesik kesik, parmakları Suho’nun gömleğinin düğmelerinde geziniyordu. Gözlerini kapatıp başını Suho’nun omzuna yasladı bir anlığına, ama öpücükleri kesmedi. Elleri birbirine dolanmış, parmakları birbirine kenetlenmişti. İkisi de tamamen kendilerini kaybetmiş gibiydi.

 

Ve birden… salonun ışıkları hafifçe yanmaya başladı. Film bitmişti. Sieun’un gözleri büyüdü, bir anda gerçekliğe döner gibi oldu. Nefes nefese Suho’ya baktı. Saçları dağılmış, dudakları kızarmış, elleri hâlâ Suho’yu tutuyordu.

 

“Bu kadar zaman geçti mi?” diye fısıldadı, sesi şaşkın ve utangaçtı.

 

Suho hafifçe gülümsedi, alnını ona yasladı bir anlığına, sonra o da toparlanmaya çalıştı. Elini Sieun’un elinden yavaşça çekip, sessizce fısıldadı: “Sanki bir saniye gibiydi...”

 

İkisi de alelacele kendilerine çeki düzen vermeye çalıştı. Yanakları alev alevdi. Saçlarını düzeltip derin nefesler aldılar.

 

Tam o sırada Baku, Gotak ve Juntae gülüşerek yanlarına geldi. Baku gözlerini kısıp onlara bakarken sırıttı. “Yani… hali belli bunların!” dedi alaycı bir sesle.

 

Gotak kıkırdadı, “Film mi izlediniz, yoksa birbirinizi mi yediniz?”

 

Juntae ise kahkahasını tutamayarak, “Ya şu yüzünüzden belli, boşuna toparlanmaya çalışmayın!” dedi.

 

Sieun’un yüzü tamamen kızarmıştı; kafasını öne eğip bir şey demedi. Suho ise omuz silkip hafif bir sırıtışla, “Siz filme, biz keyfimize baktık,” deyip yürümeye başladı, ama kalbi hâlâ deli gibi atıyordu.

 

Arkalarında yürürken, aralarındaki elektrik hâlâ havada asılı kalmış gibiydi. Sieun, Suho’nun az önce dudaklarında bıraktığı sıcaklığı, ellerinin dokunduğu yerlerdeki yanmayı hissetmeye devam ediyordu.

 

°°°

 

Sinema salonundan çıkarken Sieun’un kalbi hâlâ yerinden fırlayacak gibiydi. Yanakları yanıyor, nefesini bir türlü düzene sokamıyordu. Suho’nun sıcaklığı, o öpüşmenin tadı hâlâ dudaklarındaydı. Yürürken gözlerini yere dikmiş, elini saçına götürüp durmadan düzeltmeye çalışıyordu. “Ne yaptım ben? Herkes anlamıştır şimdi… Salak Sieun, dayanamadın değil mi…” diye geçiriyordu içinden. Midesinde bir yerde o tatlı sıkışma hissi vardı, hem utanıyor hem de Suho’yu düşündükçe içi kıpır kıpır oluyordu.

 

Yanlarından yürüyen Baku, gülerek dirseğiyle Gotak’a dürttü. “Bak bak, aşk kuşları hâlâ kendine gelemedi. Yemin ediyorum, dudakları mosmor bunların!”

 

Gotak kahkahayı bastı. “Abi, film diye girdiler, romantik dram çekip çıktılar!”

 

Juntae ellerini havaya kaldırdı. “Vallahi biz de öpüşseydik bari, yazık oldu bilete!”

 

Sieun’un yüzü daha da kızardı. Gözlerini kaldırıp onlara şöyle bir baktı, bakışı buz gibiydi ama içinde bir yaramazlık gizliydi. Adımlarını yavaşlattı, bir anda durdu. Sesi alçak ama tehditkar tondaydı: “Biriniz daha konuşursa… sizin suratlarınızı duvara sürterim. Sizi kimse bulamaz.”

 

Baku kıkır kıkır güldü, “Hadi ya, öyle mi?” dedi, ama Sieun’un gözlerindeki o ani ciddiyet karşısında bir an geri çekilir gibi oldu. Gotak gülerek, “Tamam tamam! Bak yine ürktüm, ne kadar ciddiye alıyor adam işi…” diye ekledi.

 

Suho ise bir iki adım arkalarından yürüyordu; dudaklarının kenarında gizli bir sırıtış vardı. Sieun’un o kızarmış yanaklarına, yere diktiği gözlerine bakıyor ve içinde fırtınalar kopuyordu. Ne kadar tatlısın… Böyle utanman bile beni delirtiyor… diye geçiriyordu içinden ama bir şey söylemedi. Sadece sessizce yürüdü, omuzları Sieun’un yanına yaklaştı, neredeyse birbirlerine değecek kadar.

 

Sieun ise arkadaşlarını korkutmuş gibi görünüp hızla yürümeye başladı. “Hadi yürüyün artık. Dalga geçmeyin yoksa cidden yaparım!” dedi, ama kalbi hâlâ deli gibi atıyor, dudaklarında Suho’nun o az önceki öpücüklerinin izini hissediyordu. Her adımda, o karanlıkta birbirlerine nasıl baktıkları, Suho’nun nefesi, sesi, elleri zihninde bir daha, bir daha canlanıyordu. İçinden Suho’ya dönüp bakmamak için kendini zor tutuyordu. Ama bir yanıyla, Suho’nun omzunu hissettikçe gülümsüyordu. Kimse görmüyordu, ama o anda içi sevgi ve arzu doluydu.

 

°°°

 

Yavaş yavaş yürürlerken şehrin loş sokak lambalarının altından geçtiler. Kahkahalar, alaycı fısıltılar arasında grubun adımları yankılanıyordu. Baku bir anda kollarını arkaya bağlayıp yürüyüşünü ağırlaştırdı, sırıtıyordu.

 

“Eee, Sieun... burası yol ayrımı ha? Biz sağa, sen sola gideceksin… hem de Suho’yla baş başa…”

 

Gotak da kıkırdadı, “Ah be Juntae, yanlış filmi izledik. Devamı burada çekilecekmiş!”

 

Juntae iki yana kollarını açtı, “Şu romantizme bak ya… Bırakın biz gidelim, size seti devredelim!”

 

Sieun’un yüzü bir anda kıpkırmızı kesildi. Gözlerini kaçırdı, dilinin ucuna gelen küfürü yuttu. Ellerini cebine soktu, başını hafif öne eğdi ama sesini soğuk çıkarmayı başardı: “Çenelerinizi kapatın ve gidin artık.  Yoksa ilk işim izi gömmek olacak.”

 

Baku kahkahayı bastı ama adımlarını hızlandırıp uzaklaşmaya başladı. “Tamam tamam, karıştırmayalım ortalığı, bak gözleri parladı yine…”

 

Gotak ve Juntae arkasından yürürken hâlâ fısıldaşıyor, dönüp dönüp gülüyorlardı. “Sizinkiler harbi film sahnesi ya…”

 

Suho o sırada tek bir kelime bile etmemişti. Sadece hafif yan dönmüş, Sieun’un yanaklarındaki sıcaklığı, kaçırdığı bakışları seyretmişti. Dudaklarının kıyısında küçücük bir sırıtış vardı; sessiz ama içinde her şeyi anlatan bir sırıtış. Arkadaşları uzaklaştığında başını hafif eğip mırıldandı: “Süper oynadın… Kimse anlamadı hâlinden.”

 

Sieun ona bir bakış attı ama o anda Suho bir anda kolundan yakaladı. Parmaklarının sıcaklığı bile Sieun’un kalbini bir kez daha hoplattı.

 

“Hadi,” dedi Suho, sesi hem aceleci hem de belli belirsiz bir sabırsızlık taşıyordu. “Hemen eve varalım.”

 

Suho hızlı adımlarla yürümeye başladı, Sieun’u kolundan çekerken neredeyse koşturur gibiydi. Gecenin serinliğinde, ikisinin hızlı adımları kaldırım taşlarına yankılanıyordu. Sieun bir an ne olduğunu bile anlayamadan Suho’nun peşine takıldı, kalbi göğsüne sığmaz olmuştu.

 

“Suho…” diyebildi sadece ama cevabını az çok biliyordu. Suho’nun sımsıkı tutuşu, yürüme şekli, soluklarının hızlanması... Hepsi yeterince açıktı.

 

Yolları sessizleşmiş, artık sadece birbirlerinin nefeslerini ve ayak seslerini duyuyorlardı.